17 Haziran 2013 Pazartesi

KERVANLARIN SON DURAĞI GİZEMLİ KENT; BUHARA

KERVANLARIN SON DURAĞI
GİZEMLİ KENT; BUHARA
Ekrem PEKER & TÜRK DÜNYASI
Kalan minaresinin tepesinde yanan feneri görmek kaç kervana nasip oldu kim bilir? Çöllerin ortasında bir vahadır buhara. Türkistan’ın merkezinde yer alır. Kışın sizi donduran, yazın sıcaktan kavuran çöller bir yanda; geçtiği yerlere can veren büyük nehir Amuderya. Türklerin Okur, Greklerin Oxus adını verdiği bu büyük nehir zihinlerde büyük bir sınır yaratmıştır. Araplar bu sınıra Maveraünnehir ismini vermişlerdir. Çöller ve Amuderya, siriderya (iaxartes) nehirleri ve bu nehirlerin boyuna serpiştirilmiştir. Buhara, Hive, Semerkand ve Taşkent adında vaha kentleri bozkırlarla çevrilmiş Himalaya dağlarının uzantısı olan Pamir ve Tiyenşan dağlarından doğan bu nehirler doğudan batıya doğru akarak Aral Denizine dökülür. Buhara’nın batısında ve güneyinde Hive vahası Ve 400.000 km² lik bir alanı kapsayan Kara kum çölü bulunur. Çöl batıda Hazar Denizi kıyılarında, Güneyde Kopet dağına uzanır. Güneydoğuda, çölün ötesinde Hindu kuş dağları ve dağların arkasında Afganistan vardır. Kuzeyde Batı Türkistan’ı Urallardan ve Rusya’dan ayıran 300.000 km²’lik Kızıl kum çölü ve Kazak bozkırı uzanır. Bozkır doğuda Semerkant vahası Tiyenşan dağları ve Pamir yaylasının eteklerine kadar uzanır.    
Buhara; Orta Asya’nın en eski kentlerden biri ve İslamiyet’in Mekke ve Kudüs’ten sonra gelen üçüncü önemli merkezi, Vambery’nin deyimiyle İslam’ın Roma’sı. Din bilimlerinin öğretildiği en büyük medreselerin yani üniversitelerin bulunduğu kent. Buhara’nın tarihi İskender’den öncesine uzanır. Efsanevi Efrizyab kenti Büyük İskender’i karşılar.
Ünlü seyyah Boneval’in 19.yüzyılın sonlarında yazdığı “Anayurt” eserinde, “Şark ve Garip Medeniyetleri, zıt yönlerde hareket eden iki gelgitin en uç dalgaları gibi gelip Pamir’in, yani “Dünyanın damı”nın eteklerinde kırılırlar. O kadar büyük bir düzlük düşünün, uçsuz-bucaksız.
Buhara’dan trenle Semerkant’a yol alırken saatler sonra sıra dağları görebilmiştim.                  Buhara Batı Türkistan’ın Rusya’ya, Çin’e, Hindistan’a Afganistan’a ve Doğu Türkistan’a uzanan kervan yollarının merkezinde yer alıyordu.              
Antik çağlardan bu yana kervanlar aynı yollardan gelip gitmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz fiziksel engellerin dışında, ekonomisi yağma ve köle ticaretine dayanan konar-göçer kavimlerin saldırısına uğramak olağandı. Rus ve Tatar tüccarlar Orenburg‘dan yola çıkıp büyük Kazak bozkırını sonra Kızıl Kum çölünü aşıp Buhara’ya geliyorlardı. İkinci kervan yolu İran’dan başlayıp, Hazar denizini aşıp Kara kum çölünden geçiyordu. Üçüncü yol Hindistan’dan gelen Hintli tüccarların yoluydu. Fergana vadisinden geçen, Pamir dağlarını uzanan Kaşgar’a uzanan dördüncü yol ise bildiğiniz tarihsel İpek yoludur.               
Kurulan imparatorluklar zaman içinde dağılsa da Buhara’nın konumu değişmez. Buhara ticaret ve ilim kenti olmayı sürdürür. Rus çarlığının büyümesi Batı Türkistan’ı yöneten Mangıt kökenli hanları tedirgin eder. Türkistan sadece Rusların değil her geçen gün Hindistan’a yerleşen İngilizlerin de ilgisini çekmektedir. Buhara yabancılar için “Yasak Kent” ilan edilir. Yasaklar Buhara’yı seyyahların ve ajanların gözünde daha da cazip kılar. Kimileri derviş kılığında, kimileri tüccar, kimisi resmi görevli kimliğiyle yollara düşerler. Seyyahlar, gizlice gözlemlerini, ajanlarda raporlarını yazarlar. Rus Çarlığı Buhara’ya giden konaklama yerlerini, su kaynaklarını, yolların mevsimlere göre değişen durumunu öğrenmek ister. Bu yüzden yolları not aldığı görülen yabancıya ölüm cezası verilmektedir.
Buhara şehri 4. ya da 5. Yüzyıldan beri bölgenin merkezi olmuştur. Arap istilacıların fethi 200 yıl kadar sürdü. Sonra Samani Ahmet Bey yeni bir devlet kurar. Samaniler, Karahanlı, Gazneli, Harzemşahlar derken, Moğolların gelip yakıp yıkıp, yağmalardan her defasında küllerinden doğar Buhara şehri.              
Timur Devleti yıkılınca Özbekler bölgeye hâkim olurlar. Sonra üç hanlığa bölünürler. Hokant, Buhara ve Hive Hanlıklarına. Birbirleriyle çekişen hanlıklar her geçen gün zayıflar. Buhara İslam dünyasına dâhil olduktan sonra, çabucak fen bilimleri ve İslam bilimlerinin öğretildiği bir merkez haline gelir.                
Buhara’ya kervanlarla gelen tüccar yolcular dönüş mevsimini beklerken buradaki medreselerde öğrenim görüyorlardı. Hint, Tatar, Afgan, Türkistan ve Asya’nın diğer bölgelerinden binlerce kişi öğrenim için Buhara’ya koşardı. Hacca gidenler önce Buhara’ya gelip, şehri gezerlerdi. Rus Protekterası kurulup tren yolu gelene kadar Buhara gizemini korudu.
Hangi seyyahlar gelip geçti derseniz Alexander Burnes, J.J. Pierre Desmaisons, Derviş kimliğine bürünüp Macarların ve Türklerin izlerini aramaya çıkan Wambery, Edvard Eversmann, Buhara’da boynu vurulan İngiliz Subayı Conolly. Şehre gelen seyyahlar kenti Babil’e benzetirler.              
Göğe yükselen kubbeler, camiler, yüksek cepheli medreseler, minareler, şehrin ortasında yer alan saraylar, zengin ve çok büyük bir çarşı, şehri çevreleyen mazgallı sur. Şehir içinde etrafı kır evleriyle çevrili küçük bir gölcük.
İlk gelişimde küçük bir uçakla gelmiştim. Yak modeli, arkadan binilen ve kapısı merdiven olan bir uçaktı. Yaklaşık otuz-kırk yolcu alan küçük bir uçak. Yaklaşık bir sat yirmi dakika sürdü bu yolculuk. Daha sonra bindiğim RJ tipi uçakla yaptığım yolculuk bana YAK uçağını arattı. Atatürk Hava Limanı apronunda deve kesen yetkiliye hak verdim. YAK modeli uçakla yaptığım yolculukta plastik bardaklar içinde su, gazlı su ve gazoz ikram edilmişti. Uçaktan inerken hostesimize Rusça şunları söyledim “Siz bu coğrafyada gördüğüm en güzel varlıksını”.
Havaalanından bindiğimiz otomobille meşhur astragan kürklerinin üretildiği Karakul şehrine gitmiştik. Dönüşte Buhara’nın tarihi surlarını ve meşhur on iki kapısından, yani dervazelerinden kalanları da görmüştüm. Gölcüğün bulunduğu alana Samani parkı deniliyor. O ufak gölcükte şimdi çocuklar yüzüyor,  kanolara binmiş gençler kürek çekiyordu. Gölcüğün hemen yanında lunapark kurulmuştu. Büyük dönme dolaplara bu coğrafyada karusel deniliyordu. Etrafı iyice görebilmek için dönme dolaba binip fotoğraf çektim. Gölcüğün yakınında parka adını veren Samani devletinin kurucusu Ahmet Samani’nin türbesi vardı.
Çarşının ihtişamı muhteşemdir. Ancak dışa penceresi olmayan evler, sessiz sokaklar, seyyahlar için ayrı ve alışılmadık bir dünyadır. Şehirde Buharalılardan başka, İranlılar, Tatarlar, Kırgızlar, Özbekler, Hintliler, Türkmenler, Afganlar, Yahudiler ve daha nice milletten insanlar çarşının sokaklarında dolaşır. Sokaklarda tacirler ve alışverişe gelenlerden başka, geleneksel Buhara giysileri içinde, başlarında büyük bir sarık ve boyunlarında Kur an ile dolaşan çok sayıda İşan (Şeyh) bulunur.               
Kervanlar sadece tüccarları getirmez kente. Her yıl çok sayıda mümin hac yolculuğuna çıkar. Hive’den, Hokant’dan Doğu Türkistan’dan bu kutsal yolculuğa çıkan yaklaşık yüz bin kişi bu kente uğrayıp evliyaların mezarlarını ziyaret eder. Bu sayı o çağa göre çok büyük bir rakamdır.                
Eski kentin merkezini dolaşırken, leb-i derya isimli havuzun başına oturdum. Eşeğine bu defa düz binmiş Nasreddin Hoca heykelinin yanında bir fotoğraf çektirdim. Bu topraklarda sadece Nasreddin Hoca yok, Köroğlu söylenceleri de var. Anadolu ve Türkistan arasında gidip-gelen kervanlar sadece ticaret eşyası değil, efsaneleri ve söylenceleri de taşımışlar. Gölcüğün yanındaki çay bahçelerinden birisine oturup, çayımı yudumlarken, bir Türkmen şarkısı çalınıyordu “Şu benim garip gönlüm” .Fincandaki yeşil çayı içerken seyyahların söyledikleri aklıma geliyor.                
Zengin bir şehir olan Buhara ticaret yollarının kavşak noktasıdır. Hem çok tüketiyor, hem çok üretiyor. En çok Rusya ve Doğu Türkistan ile ticaret yapılıyor. Rusya’dan bakır, pirinç, demir, çelik, cıva, mercan, külle, şeker, kâğıt, madeni araç-gereç, çeşitli kumaşlar getiren kervanlar; dönüşlerinde pamuk, firuze ve lapis (lacivert) taşları, hayvan postları, kuruyemiş, çeşitli kumaşlar, Keşmir şalları, çay götürürler.    
Buhara’dan kervanlar Hindistan a, Afganistan a at, bakır, demir teli, firuze taşları, mercan, Buhara’da dokunan ipekli elbiseler, kumaşlar ve porselen gidermiş. Hintli ve Afgan tacirler de Buhara’ya elbiselik kumaşlar, yünlü kumaşlar, şeker, baharat, çay, şal, mercan, dini kitaplar getirirdi.
Gölün kenarında ve çarşıda, irili ufaklı yüzlerce dükkân turistlere ve Buharalılara çeşitli eşyalar satıyordu. Çarşının zenginliği 19. Yüzyılda Buhara ya gelen tüm seyyahları şaşırtmıştı.  
Şehrin çarşısındaki dükkân sayısı ve satılan malların çeşitliliği o kadar fazladır ki hepsi yazılarında sayfalarca çarşıyı anlatır. Şehrin sokaklarında yüzlerce medrese ve onlarca han görülüyor. Şehre gezmeğe gelen seyyahlardan Desmarsons tüccarların kaldığı hanları yazılarında şöyle anlatır: Saray-ı Karşi’de, Karşili tüccarlar; Mirzaşul’da Afganlı, Hintli ve Merv’li Tüccarlar kalıyorlar.  Yeni Saray-i Barra’yı Taşkent, Hokant ve Kaşgarlı tüccarlar tercih ediyorlarö. Saray-i Bedrettin’de Kabil, Peşaver ve Kaşmirli tüccarlar, Nogay’da Rusya’dan gelen Tatar tüccarlar; Eski Saray-i Barra, Saray-i İndi saray-i Kocacubeyir’de Hintli tüccarlar; Saray-i Kuşbeyin de Hintli ve İranlı tüccarlar; Abdullacan ve Ayozsaraylar’ında Afganlı tüccarlar kalmaktadır” diye yazar. Seyyahlar seyahatnamelerinde sabahları törenle açılan çarşıya her gün 30 – 40 bin kişinin geldiğini yazarlardı. Bugün eski görkeminden çok uzak olan eski Buhara çarşılarında şimdi gruplar halinde Japonlar, Avrupalılar ve tek tük de olsa benim gibi değişik ülkelerden gelen insanlar dolaşıyor.                    
Leb-i havuzun yanı başında ve yakınlarında Nadir Bey dergâhı Kukeldeş medresesi sarraflar çarşısı, şapkalar çarşısı, Nadir Divan Beyi medresesi bulunuyor. Nadir Bey dergâhında otantik giysiler satılıyor, yanındaki dar sokakta doppiler, Kırgız ve Türkmen şapkaları, ipek şallar, rengarenk kumaşlar satılıyordu. Sinagogu bulamadım, Sinagog’dan daha önce haberim olsaydı arardım.   
Medreseler Buharanın her tarafına yayılmıştır. Ama Leb-i Havuzun bulunduğu çarşı civarı ve Buhara hanlarının yazlık sarayının bulunduğu Ark Saray civarında daha yoğun bulunuyorlar. İslam’ın üçüncü büyük kenti ve bilim merkezi olan Buhara altın çağını 8-13. Yüzyıllarda ve bilhassa Samaniler çağında yaşar.
Moğolistan’daki yıkım bu yükselişin sonunu getirmiş, kent tahrip edilmiştir. Küllerinden doğan Buhara da 19.yüzyılın başında 103’ü faal 200 medrese ve 360 cami olduğu ileri sürülür.
Sovyet döneminde Batı Türkistan da açık olan tek medresinin yer aldığı Payi Kelan külliyesi’nin şehir için ayrı bir önemi vardır. Tabanında 9 metre tepesinde 6 metre genişliğindeki Kelan minaresi 45 metre yüksekliği ile şehre tepeden bakar. Tepesindeki fenerin ışığı uçsuz bucaksız bozkırda kervanlara umut ışığı olurdu. Caminin avlusunda on bin kişi namaz kılabiliyordu.
Timur imparatorluğu gerileyip, Anadolu ve İran’la bağlar kopup, denizle bağının kesilmesi, Türkistan’ın gerilemesini başlatır. Bu gerileme Fikri hayata da yansır. Dini eserlerde de gerileme başlar. Seyyahlar Buhara da 300 ciltten fazla kitabı olan kütüphane bulunmadığını yazarlar. Yüzyılın başında Buhara Han ı Haydar han İstanbul a gönderdiği elçiyle Fıkıh konularında kitap ister. İstanbul dan Buhara’ya bu konuda 30 cilt kitap gönderilir. Ticaret yapılan kervansaraylardan başka şehrinde Regastan denilen Leb-i Havuzla, Kelan Camii arasına uzanan büyük bir açık hava pazarı vardır. Bunun dışında 16. Yüzyıldan sonra Tak (kubbe) adı verilen kapalı çarşıların sayısı hızla artmıştır. Binaların en ünlüleri kuyumcular, şapkacılar, sarraflar, okçular ve yemciler çarşılarıydı. Tim denilen üstü kapalı çarşıların en ünlüsü kumaş çarşısıydı.               
Buhara çarşıları günümüzde olduğu gibi satılan ürünlere göre gruplanmıştır. Şehri gezen bir seyyah pazarı bize şöyle tanımlar; Eyercilerden sonra maden ustalarının bulunduğu sokaklara gelir, ardından insanları büyüleyen kuyumcular çarşısına girilir. Kalter elmasları, Seylan ve Birmanya yakutları Siyam safirleri, Sina zümrütleri, Hürmüz incileri, Beddahşan’dan da gelen firuze taşları, Amuderya yakınlarından gelen balayi yakutları ve Hindi kuş dağlarının kuzey yamaçlarından çıkarılan lapis lazuli.               
Hintli sarrafların silah ve çalgı yapanların bulunduğu sokaklardan sonra meşhur kâğıtçılar çarşısı gelir. Burada Buhara’nın ipek kâğıtları, Hokant ın mavi tutkallı kâğıtları, cam yerine kullanılan yağlı kâğıtlar, üzeri yazılı vernikli kâğıtlar. Sonra değerli kitapların bulunduğu sahaflar çarşısı, mücellitler. Buradan itriyatçılar ve eczacıların bulunduğu hekimler çarşısına gidersiniz. Şuruplar, Çin ilaçları, ravent, adamotu, şifalı ilaçlar, tozlar, uyuşturan ve keyif veren maddeler, tütünler… Sonra kadınlar için süs malzemeleri satan özel bir çarşı.                Seyyah Croizier Batı Türkistan’ın modasının Buhara’dan belirlendiğini yazar. Şık Türkmenlerin Buhara’dan başka yerden giyinmediğini yazar.                
Kumaşçılar çarşısında her şey bulunur diye seyyah rengarenk kumaşlardan yapılmış, işlemelerle süslenmiş kaftanlar, hilatlar, günlük giysiler, ipekliler, çadır bezi dikilen ipekli ve pamuklu Buhara’nın edras kumaşları ayrıca bu çarşıda Manchester ve Lyon ipeklileri ve Rus pamuklu kumaşı ve Astragan kürkler satılırdı.            
Astragan kürkler, karakul adı verilen kuzu postlarından yapılırdı. Günümüzde Buhara nın yaklaşık 50 km dışında, Karakul kasabası bulunuyor. İsmini kuzu yetiştiriciliğinden almış olmalı. Dış mahallelerini gezebilmiştim.
Üst giyimine özen gösteren Buhara’lılar, günlük yaşamlarında yumuşak deriden çizmeler giyerler, ayaklarına da takunya geçirirlermiş. Seyyahınız bugünde yaygın olarak kullanılan doppileri hayran hayran anlatır.  Bende birbirinden güzel bu doppilerden çok sayıda alıp yakınlarıma hediye etmiştim.                
Halıcılar çarşısında birbirinden güzel Türkmen kilimleri, Türkmen ve İran halıları bulunurmuş. Bugünde Buhara halıları şehri ziyarete gelenlerin ilgisini çekiyor. Badahşah ve lapis lazuli taşı tarihçiler ve etimologlar için bulunmaz ipuçları olduğuna değinmeden geçemeyeceğim.                
Tarihçiler bu taşlardan yola çıkarak sümerlerin kökenlerinin Harappa ve Majehandaro şehirlerini kuranların Türkmenistan’ın Anev (Anva) bölgesinde yaşayan halkla bağlantılı olduğunu anlatırlar.             
Seyyahların anılarında 19.Yüzyılın başında Kızıl kum çöllerinde bugün kurumuş olan Cenderya nehrinin aktığını üçte ikisi son 50 yılda kuruyan Aral Denizi’nin o yörede yaşayan Türkmenlerin seyyahlara anlatımıyla daha o günlerde kurumaya başlamış. Türkmenler: “Deniz bu tepelere kadar uzanırdı, şimdi çekildi” dedikleri mesafe yaklaşık 50 km idi. Kara Kum çölünü aşan bir Osmanlı seyyahı Mehmet Emin efendi bize çölü şöyle anlatır; “ aksine ben bu çöllerde dahi hayat ve canlılık buldum. Hem de hayatın hiçbir anında tanımadığım lezzeti burada tattım. Güneş battıktan sonra batı yönünden çöle doğru o kadar güzel renkler saçılıp gelmeye başladı ki tarifine imkân bulamam. Biraz sonra bulutsuz dumansız mavi renkli berrak yıldız parlamaya başladı. Sahranın bu derin sessizliği gerçekten çok latifti… Çöl büsbütün sessizde sayılmaz, gündüz güneşin kızgınlığıyla yanmış olan kumlar, sanki gece feryat figan ediyorlarmış gibi, çölden inlemeye benzeyen seslerin yükseldiğini hissediyorum sanki”.
Çölün Buhara’yı koruduğunu söylemiştik. Çarın Hazar Denizi’nden fetih için yola çıkardığı ordu Karakum çölünü geçmeye kalkınca yok edilir. Çarlık çölü aşamayacağını anlayınca başka yol dener. Önce 1865 yılında Taşkent’i işgal ederler. Sonra 1868 yılında Semerkant’ı ele geçirirler. Bu yoldan gelerek Buhara’ya boyun eğdirirler. Bölgede hâkimiyet kuran Rus Çarlığı bölgeye hızla demiryolunun raylarını döşemeye başlar. Hazar denizi kıyısındaki Krasnavodsktan başlayan hat Aşkabat ve Merv vahasına ulaşır. Tren 1888 Buhara ya ve daha sonra Fergana vadisinin sonundaki Andican’a ulaşır.      
Tren yolu Batı Türkistan da tüm dengeleri değiştirir. Önce Mekke yoluna düşen Hacı adayları bozkırı ve çölü trenle aşarak Krasnavosk’a oradan Bakü’ye, oradan Karadeniz’e ve gemiyle İstanbul’a gitmeye başlarlar. Sadece hacıların işi kolaylaşmaz. Tüccarlarda demiryolunu hemen benimser. Buhara da hacılar ve kervanlarla ticaret yapmak için gelenler şehirde aylarca kalıyordu ve bunlar şehir için gelir kaynağı idi, şehirde kalanlar azalmaya başlayınca şehrin zenginliği ve cazibesi de hızla azalmaya başlamıştı.        
Eski kentin epey uzaklığına demiryolu durağına kurulan yeni Buhara ve 8000 Rus askerinin bulunduğu Rus yerleşimcilerin akınına uğrar. 1. Dünya savaşının başında bölgedeki Ruslar 50 bine ulaşır.
Buhara’dan çıkıp, Nakşibendî Dergâhına gittim. Dergâhı iyice gezdim ve müzesini ziyaret ettim. Şaşırmayın müze dedim. Dergâh zaten müze değil mi? Diyeceksiniz. Doğru dergâh müze ama içinde özel bir müze de yer alıyor. Dergâhtaki Büyük Camiyi Türkiye restore ettirmiş. Cami ibadet için sadece Cuma günleri açık. Büyük Caminin hemen yanında Buhara Hanlarının, ailelerinin, devlet ileri gelenlerinin bulunduğu bir mezarlık vardı.  Ziyaretçiler gelip dua ediyorlar.
Gelelim müzeye, 1200-1500 yılları arasında dergâh’ta yaşamış 12 şeyh için yapılmış. Kısaca onların yaşamlarını anlatan ve bazı eski eserlerin bulunduğu küçük bir müze oluşturulmuş. İlginç olan müzedeki Türk liderlere ait fotoğraflar. Burayı eski cumhurbaşkanlarından Turgut Özal, Süleyman Demirel ve eski meclis başkanlarından Hikmet Çetin ziyaret etmiş, müzedeki resimler de bir teşekkür nişanesi olarak asılmış.
Dergâhtan Vaksal’a gidiyorum. Vaksal, yani tren garı eski şehrin bir hayli dışında, eski Buhara’ya epey uzakta. Bölgeyi kontrol altında tutan Ruslar 1880’de bölgeye demiryolunu getirmişler ve garı şehrin kilometrelerce uzağına Rus askeri misyon binasının hemen yanına kurmuşlar. Bir nevi incelik, kontrolü uzaktan yapmak istemişler.
Trenle dönmeyi istememin amacı yüzlerce kilometre uzanan bozkırı yakından görmekti. Dağlar ancak saatler sonra bize yaklaştı. Büyük-küçük yerleşim noktalarında durduğumuzda başta nan (pide) satan satıcılar trene hücum ediyorlardı. Burada yolculuk dönüşü hediye olarak gidilen yörenin ekmeğini getirmek makbulmüş. Bende Buhara'nın Patern denilen meşhur ekmeğini almıştım, evde yemek için. Tren yolu kenarında büyük çoğu kapanmış fabrikalar sıralanmış. Tren yoluna paralel servis yolundan faydalanan çiftçiler tren yolu kenarındaki arazileri ekmişler. Ama sadece kırk-elli metrelik bir şerit. Tren yolu kenarındaki otlarla hayvanlarını besleyen çocuklara el salladım.
Köylerin, kasabaların etrafları sulama kanalları sayesinde yemyeşildi. Gördüğüm bir şeye o kadar şaşırdım ki anlatamam. İnsanoğlunun neler yapabileceğinin en güzel bir örneğini gördüm. Bir su kanalının bir tarafı yemyeşil cennet gibi, diğer tarafında ise çıplak bozkır uzanıyordu. Sulama ile pazara pahalı ürün üretmek, para kazanmak çok iyi ama ya arkasından gelen hızlı çölleşme…
Trende çay için sıcak suyun olduğu anonsları yapılıyordu. Bu uzun yolculuk yeşil çaysız geçmezdi. Sabaha karşı duşların hazır olduğu anons edilince şaşırıp olmaz böyle şey dedim. İster istemez çağımızın seyyahlarının içinde bulunduğu konforla, geçmişte bu yollara düşmüş seyyahları kıyasladım, üzüldüm. Yaklaşık on üç saat süren yolculuğumuz sabah Taşkent’te Sverniy Vakzalda (kuzey garı) sona erdi. Güzel bir yolculuğu geride bırakmıştık.

1.  Banvolod, Gabriel, Eskiyurt,  İstanbul
2.  Mehmet Efendi seyahat, İstanbul’dan Orta Asya’ya Ankara 19813.   
3.  Wambery Arminius Asya’nın Merkezine Seyahat.
4.   Zarcone Therry Yasak Kent Buhara.

5.  Peker Ekrem Hayri Özbek Mektupları.  

KARADENİZ BOYUNDAKİ SON OĞUZ DEVLETİ

KARADENİZ BOYUNDAKİ SON OĞUZ DEVLETİ
Ekrem PEKER & TÜRK DÜNYASI
Gezgin ve ressam Mary A. Walker 1868 yılında İstanbul’a gelir. İstanbul’da kırk yıl kadar kalır. Saray çevresiyle yakınlık kuran hareme ilk giren yabancı ressamdır
Walker; Anadolu ve balkanları gezer. Gözlemlerini, anılarını ve eserlerini içeren seyahatnameler kaleme alır. Seyahatnamelerinde İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’yı anlatmıştır.
1880’li yıllarda iki kez Bursa’ya gelir. Bursa’daki gündelik yaşamı, ipek üretimini anlatır. Seyyahımız tarihe vakıftır. Bursa’yı ve Osmanlı imparatorluğunun kurucularını, Osmangazi’den bahsederken aynen şu ifadeyi kullanır;
“Türk geleneği İbrahim’in zamanına kadar gider ve oğuz kağanı Türk gücünün ve medeniyetinin kurucusu kabul eder. Efsaneye göre, Türkistan’ın o zamanki başkenti, Yassa şehrinde yaşamıştır. Ve buranın sonraki sakinlerinden Özbeklerin Moldovya’ya kadar ilerledikleri, oradan yerleştikleri ve kurdukları yeni ülkenin başkentine de doğdukları şehrin ismini verdikleri söylenir”.
Bu satırları okuyunca şaşırdınız umarım. Ben de biraz şaşırdım. Tuna boyundan Volga Nehri’ne kadar olan bölge İskitlerden bu yana Türk kavimlerinin yaşadığı alan. Kabarlar gibi bazı Türk kavimlerinin Almanya’nın Bavyera bölgesine kadar gittiklerini biliyoruz.
Günümüzde Avrupa’nın bazı bölgelerinde (İsviçre, Belçika) Kun isimli köylere rastlanmaktadır. Atilla’nın Hunları Macar ovalarından Karadeniz boylarına çekilirken bir kısmı da Doğu Roma ve Bizans ordularında görev almıştır. Sonraki yüzyıllarda bugünkü kuzey Çin’den göç eden Avarlar, Macarlar ve Kumanlar, Macar ovalarından Karadeniz’e kadar olan bölgenin hâkimi olmuşlardır. Kısacası M.Ö. IV. Yüzyıldan 1700’lü yıllara kadar Karadeniz’in kuzeyinden, Kiev, Moskova ve Novgorod yakınlarına kadar uzanan bölge Türk yurduydu. Bölge M.S. 900’lü yıllarda bölgeye hâkim olan Kuman/Kıpçak kavimlerinden ötürü Deşt-i Kıpçak, yani Kıpçak Bozkırı olarak anılmıştır.
İtil (Volga) ırmağının orta bölümüne yerleşen Bulgar Türkleri, başta başkentleri Bulgar şehri olmak üzere şehirler kurduğunu, ziraat ve ticaretle uğraşmışlardır. Üstelik bilinenin aksine Bulgar Devleti Karahanlılar’dan önce, 920 yılında Müslüman olmuşlardır (Kurat, Akdes Nimet ”IV-XVIII. yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri”)
Türk kavimlerinin göçü hızla Balkanlara yönelmiştir. Bulgarlar, Peçenek’iler ve Uzlar Tuna’yı aşarak Trakya’ya inmişler. Peçenekler İstanbul’u kuşatma altına almışlardır. Balkan adının Türkçe olduğunu, batı Türkistan’daki bazı dağların isimlerinin balkan olduğunu hatırlayalım.
Tuna’nın güneyindeki ilk devleti, buradaki Slav kavimleri de bünyesine toplayan Bulgarlar olmuştur. Bulgarlar balkanları hâkimiyetleri altına alıp, İstanbul’u ele geçirmek istemişlerdir. Hristiyanlığın Ortodoks mezhebini kabul etmelerinden sonra, Bulgar Türkleri hızla Slavlaşmıştır.
Güçten düşen Bulgar devletini, Bizans tekrar hâkimiyeti altına alır. Kumanların balkanlarda etkili olmasından sonra ikinci Bulgar devletini çar unvanı alan Kuman asıllı Asen tarafından kurulması tesadüf olmamalı. Bölgedeki Sırp prenslerinin süvarileri de kumandı. Ünlü Macar tarihçisi Rasonyi’nin çalışmalarını okudukça şaşırıyorum. Son Bulgar Çarı Şişman’ın isminin Türkçe olmasına ne demeli. Büyük bir ihtimalle kuman asıllı olmalı.
Uzlar, Peçeneklerin kalıntıları ve bazı Kuman grupları daha çok Dobruca ve Prut nehri boylarında Beserabya, bugünkü Moldavya bölgesinde toplanmışlardı. Bu bölgelerde bağımsız yerel beylikler oluşturdular. Kıpçaklaşmış bir Moğol olan Beseraba bugünkü Romanya’nın temelini oluşturan Boğdan Beyliğini oluşturmuştur.
Dobruca bölgesi çok kısa bir sürede Türk yurdu olmuştu. Bu bölgeyle Anadolu’daki Türkler arasındaki ilişkiler sürmekteydi. Saltuklar soyundan gelen Sarı Saltuk’un oğlu Sait İsmail Saltuk Anadolu, Selçuklularının veziri Muhittin Pervane tarafından Trabzon Rum imparatorluğu bölgesinden uzaklaştırıldı. Anadolu Selçuklu yönetimi ile sert düşen Sarı Saltuklarının yönetimindeki Çepniler Moğolların saldırma olasılığını göz önünde tutarak Bizans’tan sığınma isterler. 1264 yılında binlerce çadırlık Çepni halkı Bizans’ı kendilerine yurtluk olarak verdiği Deli Orman yöresine göç ettiler. Sarı Saltuklular burada Bizans’a bağlı yarı bağımsız bir beylik oluşturdular. Türkmenler 30-40 oba ve iki-üç kasaba kurdular. Ünlü seyyah İbni Batuta 1330 tarihinde Babadağ kasabasından bahsetmiştir.
Moğol yönetimi altında gittikçe güçsüzleşen Anadolu Selçuklu taht kavgaları eksik olmaz. Selçuklu sultanı 2. İzzettin Keykavus, Moğol yanlısı yöneticilerinin entrikaları karşısında,  selameti dayılarının yaşadığı (Annesi Bizans prensesiydi) Bizans’a sığınmakta bulur. İstanbul’da İmparator Mihail Paleogolos tarafından çok iyi karşılanır ve burada bir hükümdar gibi davranmasına, dolaşmasına izin verilir. Altınordu hanı Berke, İlhanlı Devletine karşı Mısır’daki Memluk Devletiyle işbirliği yapmak ister. Bu arada İzzettin Keykavus’la da temas kurarlar. Bizans İmparatoru, İlhanlı hükümdarı Hülagu ile işbirliğine girer. İstanbul’da misafir edilen İzzettin Keykavus burada rahat durmaz, taht entrikalarına katılır.  İmparator bu yüzden Keykavus’un yakınlarını öldürtür, bir kısmını hapseder. Daha sonra iki oğluyla Saros Körfezindeki Enez Kalesi’nde hapis tutulur.
Bazı İslam tarihçilerine göre; “İzzeddin Keykâvus İstanbul’da eski dostu imparator Mihail Paleologos tarafindan çok iyi karşılandı ve bir hükümdar gibi dolaşmasına izin verildi. Bu sırada Müslüman olan Altınordu hükümdarı Berke Han, Sultan Baybars’a elçi gönderip Mogğollara karşı İzzeddin Keykâvus’un da dâhil olduğu bir ittifak kurmak istedi. Bunun üzerine Bizans imparatoru Mihail, İlhanlı Hükümdarı Hülagu’nun tesiriyle bu ittifaka karsı cephe aldı ve Sultan Baybars’in Berke Han’a gönderdiği elçilerini1264 yılında tevkif edip, mallarına el koydu. Sultan bir papaz ve bir filozofu imparatora gönderip, ona ağır hitaplarda bulundu. Neticede elçiler serbest bırakılıp Berke Han’a gitmelerine izin verildi. Fakat yine Hülagu’dan korktuğu için İzzeddin Keykâvus’a karşı takip ettiği dostane siyasetini değiştirdi. Yakın emirlerini Ayasofya’ya götürüp, Hristiyanlığı kabule zorlandılar. Kabul etmeyenlerin gözlerine mil çekilip öldürüldü. İzzeddin Keykâvus’da Enez kalesinde hapsedildi (1262). İslâm kaynaklarında İzzeddin Keykâvus ve adamlarının Bizans tahtını ele geçirmek üzere bir suikasta hazırladıkları için böyle bir muameleye maruz kaldıkları ifade edilmektedir. Bizans kaynakları ise, İzzeddin Keykâvus’un Altınordu Han’ı ve Bulgar Kralı Konstantin ile anlaşarak, İstanbul’u istilâya hazırlandığı için hapsedildiğini belirtir .Onun İstanbul’da kalan oğlu Melik  Hristiyan olur, Bu vahşice hareketler üzerine Berke Han gönderdiği orduyla Bizans’ın Balkanlardaki topraklarını istilâ etti . İzzeddin Keykâvus’u hapishaneden kurtarıp Keyûmers, Mesûd ve diğer oğullarıyla birlikte Berke Han’a götürdüler. Berke Han Suğdak ve Solhad şehirlerini ona ikta etti. Sultan İzzeddin 677 (1279) yılında ölümüne kadar burada yaşadı”, diye yazarlar.
Sarı Saltuklarının bir kısmı; Anadolu Selçuklu devletinin yıkılması, Anadolu’daki Moğol baskısının azalması, Moğol baskısından kaçan Türkmenlerin Ege ve Marmara’yı ele geçirmesi üzerine Anadolu’ya geri dönerler. Saltuklu Halil, bir kısım Çepni ve Nogay’la beraber Çanakkale boğazını geçerek, Karesi Beyliği topraklarına yerleşir. Karesi Beyliği yönetiminde görev alırlar.
Anılarını yazan kadın seyyahın Türkistan’ı ve Kazakistan’daki Yesi şehrini iyi bildi aşikâr.  Altınordu Özbek Hanı, Batı Türkistan’daki Özbeklerle ilişkilendiriyor. Ayrıca Prut nehri kenarındaki bugün Romanya’nın, eski Boğdan’ın merkezi olan Yaş kenti’nin Türkler tarafından kurulmuş olabileceği düşünülüyor. Doğrusu bu düşüncesinde haksız da sayılmaz. Kırım’ın batısındaki bölgede Türkler uzun bir süredir yaşıyordu. Kırım’ın batısındaki Aksu ve Özü nehirleri arasındaki bölgede, Altınordu hükümdarı Berke Han’ın komutanlarından Nogay beyin idaresindeki, Kıpçaklar yaşamaktaydı. Yüzyıllarca burada yaşayan Nogayların Don nehrinin doğusuna göç etmesinden sonra, Rus kabileleri bu bölgelere gelebilmiştir. Kırım Hanı Sakıp Giray bir kısım kabileyi Beserabya'ya yerleştirmiştir. Nogay kabilelerinin zayıflaması, stepleri Rus ve Kozak kabilelere bırakmıştır. Bu bölgede Kıpçakların dışında Peçenek ve Oğuz kabilelerinin kalıntıları da bulunuyordu.
Kırım Hanı Sakıp Giray da bir kısım kabileyi Beserabya'ya yerleştirmiştir. Nogay kabilelerinin zayıflaması stepleri Rus Kazak kabilelere bırakmıştır.
13. yüzyılın ikinci yarısında Altın Ordu Hanı Berke, ondan sonra Emir Nogay Balkanlara sürekli müdahale ettiler. Beserabya ve Dobruca'da ki Müslüman Türkleri himayelerine aldılar. Bu dönemde aşağı Tuna üzerindeki Sakçı (İsakça) şehri Emir Nogay'ın karargâhlarından biriydi. Daha sonra Altın Ordu Hanı Tohtu, Sakçı’ya oğlu Tukal Buga'yı yerleştirdiler. Güçlenmeye başlayan Bulgarlar Dobruca'da ki Türklerin üzerine baskı uygulamaya başlamışlardır. Bulgar baskısına dayanamayan Türklerin bir kısmı(1307-1311) yılları arasında Anadolu'ya dönmüştür. Kalan Türkler Hristiyan olmuşlardır (Bugünkü Gagauzlar).
Batı Karadeniz boyunda yer alan Akkerman/Akkirman (Beyaz taştan yapılmış kale) şehirlerini Türk kavimleri kurmuştur.
Bilinenin aksine istilacı Moğolların Türk kavimleriyle beraber kurdukları Altınordu devleti göçebe değil, kent devleriydi. Altınordu Devletinin kurduğu kentlerden yirmibeşinin adı ve yeri tespit edilmiştir. Volga Boyunda Bulgar, Hazar, Kazan, eski ve yeni Saray kenti, Hacıtarhan/Ejderhan; Volga civarında Uslan, Berekzan, Kırım Yarımadasında Bahçesaray ve Azak (Azov, Ayak isminden türemiştir) bu kentlerden birkaçıdır.
Tuna’dan, İtil/Volga arasında uzanan bölgede sırasıyla Bulgar, Hazar, Altınordu, Kırım, Kazan, Kasım, yarı-bağımsız Nogay ve Astarhan Devletlerini kurmuşlardır. Astarhan Devletinin yıkılmasıyla X yüzyıl, yaklaşık 1000 yıl süreyle Türk yurdu olan bölge hızla Ruslaşmıştır.
Sonraki yıllarda güçlenen Türkler, bölgedeki Hristiyan Kuman ailelerle birleşerek bir prenslik kurmuşlardır.1365 yılında Dobruca'da Balık ve kardeşi Dobrotiç idaresinde bir prenslik kurulmuştur. Prensliğin merkezi başlangıçta Kallikara’da, Osmanlılar bölgeyi istila ettiğinde Varna'da bulunmaktaydı. Osmanlılar bölgeye geldiğinde Bulgar topraklarında üç devletçik vardı. Vidin’de Bulgar Çarı Stratsimir, Köstendil Hâkimi Deyanoviç ve Yıldırım Beyazıt’ın1395’de öldürttüğü Bulgar Kralı Şişman bulunuyordu.

KAYNAKÇA
1)Düstürname
2)Aşıkpaşazade Tarihi (Atsız) 123,125
3) İnalcık, Halil; ''Osmanlı İdare ve Ekonomi Tarihi '',İstanbul 2011, s.93

4) Kurat, Akdes Nimet; Türk Kavimleri ve devletleri