9 Ekim 2013 Çarşamba

KURBAN KURBİYETE VESİLE OLURSA BAYRAMDIR


KURBAN KURBİYETE VESİLE OLURSA BAYRAMDIR
GİRİŞ
İnsan, bedeni ve cismani olduğu kadar ruhi ve vicdani yetileri bulunan bir varlıktır. Oldukça ünlü bir söz vardır: "Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır." (Science without religion is lame, religion without science is blind. Albert Einstein, "Science, Philosophy and Religion: a Symposium", 1941). Bediüzzaman, bunu bir kuşun iki kanadı teşbihinde bulunarak, Münazarat adlı eserinde bu sözü teyit (doğrulama) ve tekit (takviye) mahiyetinde şu veciz levha sözü söylemiştir: "Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (medeni fenlerdir). İkisinin imtizacıyla (kaynaşmasıyla) hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (doğar)." Kurban Bayramını idrak etmenin heyecanını, hele hele Hac’da, Kutsal Mekanlarda bulunarak bunu kat kat artırarak yaşadığımız bugünlerde de; Kurban’ın, Haccın, dolayısıyla Hanefi mezhebimizde vacip bu ibadetin Allah’a kurbiyete (yakınlığa) vesile olması yolunda hakkettiği ölçüde hem ilmihal bilgisi olarak bilme ve hem de ruhumuza ve vicdanımıza duyurma ve doyurmaya da ihtiyacımız bulunmaktadır. Aşağıdaki derlemede; bu ihtiyaç, kapsamlı ve çok yönlü bilgi ve açıklamalarla giderilmeye çalışılmıştır. İstifade edilmesi ve istikamete vesile olması dua, dilek ve temennisiyle!
HADİS...
* Zeyd İbnu Erkam (ra) rivayet ediyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabı: "Ey Allah'ın Resulü dediler, bayram günü kesilen şu kurban nedir?" "Bu, babanız İbrahim aleyhisselâm'ın sünnetidir" buyurdular. Ashab: "Pekiyi, kurban kesmede bize ne gibi sevap var ey Allah 'ın Resûlü!" dediler. "Kurbanın her bir kılı için bir sevap!" buyurdular. Ashab tekrar: "(Kesilen kurban, koyun kuzu gibi) yünlü ise ey Allah'ın Resûlü (sevap nasıl olacak)?" diye sordular. Aleyhissalâtu vesselam: "Yünün her bir kılı için de bir sevap var!" buyurdular."  
* Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs (ra) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır" buyurmuştu. Bir adam kendisine: "Ey Allah'ın Resûlü! Ben iâreten verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip değilsem, onu kesebilir miyim?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):   "Hayır, dedi, ancak saçını, tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek tıraşını olursun. Bu da sana Allah indinde bir kurban yerine geçer." 
* Uveymir İbnu Eşkar’ın (ra) anlattığına göre, "Kendisi Kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra da durumu Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a açmıştır. Aleyhissalâtu vesselâm da kendisine: "Kurbanını iade et (yeniden kes, o kurban yerine geçmez)!" cevabında bulunmuştur." 
PIRLANTA SERİSİ...

KURBAN VE HİZMET

Kurban bayramında talebeye himmet elini uzatmak için maddî-manevî gayretten geri kalmayan arkadaşlar, o anda Arafat'ta ve Müzdelife'de olan kimselerin sevabına denk, belki de daha çok sevab kazanmış olabilirler. Zira hacdakilerin him­meti şahsî, burada bulunanlarınki ise içtimaî; orada şahsî füyuzatın artırılması, burada ise bir milletin yeniden ihyâsı söz konusudur.
RİSALE...
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni'-i Hakîm; şu dünyayı, Âlem-i Ervah ve ruhâniyyat için bir bayram, bir şehrâyin Sûretinde yapıp bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî her bir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehâsin (güzellikler) ve in'amattan (nimetler) istifade etmeğe muvafık ve havas (hisler) ile mücehhez (teçhiz edilmiş) bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir. Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt'alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt'ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır ve bilhassa rûy-i zemin (yeryüzü), hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagîrenin (küçük sanatlı yarattıklarının) taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede (yüksek tabakalarda) olan ruhâniyyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvatı (gök ehlini) seyre celbedecek bir cazibedârlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl târifinden âcizdir. Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbaniyyedeki İsm-i Rahmân ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil, İsm-i Kahhar ve Mümît (can alıcı), firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar.  Şu ise:  rahmetinin vüs'at-i şümûlüne (kapsamının genişliğine) zâhiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı (uygunluk yönü) vardır. Bir ciheti şudur ki:
Sâni'-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip (nefret ettirip) usandırıyor, istirahatâ bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz (istekli bir meyletme), ruhlarında uyandırıyor. Hem o Rahman'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, Âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor. Öyle de, sâir zîruh (ruh sahibi, canlı) ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriyye-i Rabbâniyyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyyenin (Her türlü noksandan münezzah, Sübhan olan Allah’ın emirlerine) itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniyye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mâneviyye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar.   Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemmiyet (nicelik) ve keyfiyet (nitelik) cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir hâlet verir. Kendi insâniyyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder. Rahat-ı kalb ile gider...

      NÜKTELER...
KERAMETLİ KOYUN
Fidda hanım, fakir bir insanın hanımıydı. Kocası gece gündüz çalışıp çabalar, ama günlük nafakadan fazlasını elde edemezdi. Bu yüzden yavrularına süt sağacakları bir tek koyunu ancak alabilmişlerdi. Ko­yun, onlar için biricik geçim kaynağı idi.
Ama ne Fidda hanım hâlinden şikayetçiydi, ne kocası.
İkisi de Allah'ın verdiği sağlık ve afiyete şükürler ediyordu. Haklarında takdir edilen helâl rızka rıza gösteriyorlardı. Ne var ki, bir kurban bayramında bu müşterek huzurları bozulur gibi oldu. Evin beyi, ellerindeki tek koyunu kurban etmek istiyordu. Hanım ise:
- Bize kurban vacip değildir. Hem sütüyle çocuk­larımızı beslediğimiz koyunu kesmemiz doğru da ol­maz. Sonra çocuklarımızı ne ile besleriz? diye itiraz­da bulunuyordu.
Bey, sonunda o güne kadar çektiği maddi sıkın­tılardan asla müşteki (şikayetçi) olmayıp haline rıza gösteren hanımının bu itirazını anlayışla karşıladı. Koyunu kurban etmekten vazgeçti.
Allah'ın hikmetine bakın ki, bayramdan bir kaç gün sonra bir misafir geldi. O akşam kendilerinde kalacaktı. Halbuki sofraya koyacak hiçbir şeyleri de yoktu. Evin beyi bu defa mahcubiyet hissi duymuş, hanımına teklifini tekrar etmişti:
- Bu koyunu keseceğim. Misafir sofrasına koya­cak başka bir şeyimiz yok çünkü.
Fidda hanım düşünmeye başladı. Akşam sofra­nın boş olacağını hatırlayınca, o da boynunu eğdi.
- Başka çaremiz yoktur. Bari duvarın dışına çı­kar, benim görmediğim yerde kes.
Hanım evin avlusu içindeyken evin beyi dışarı çıktı. Sütüyle çocuklarını beslediği koyunu, misafir için kesmeye başladı.
Bu sırada, avlu içinde kesim işinin bitmesini bekleyen hanım, birden şaşkına döndü. Çünkü du­varın üzerine sıçrayan bir koyun, avluya atlamış, az sonra da yanına kadar gelerek kendisini koklamaya başlamıştı.
Fidda hanım, beyinin koyunu elinden kaçırdığı­nı düşündü. Ama dışarı çıkıp bakınca, koyunun ke­silip yüzülmeye başlandığını gördü. Hayreti artmış­tı... Komşulardan birinin koyunu duvardan atlayıp içeri girmiştir, diye düşündüler karı koca. Köyde tel­lâllar çağırttılar, koyunu sahibinin almasını istediler. Ne var ki, hiç kimse çıkıp da:
- Benim koyunum kayboldu, sizin avluya atla­yan koyun bizim olabilir, demedi.
Fidda hanım, durumu İmam Efendiye anlattı. Hoca Efendi şu tavsiyede bulundu:
-  Bu koyunu besleyiniz. Besleme ücreti olarak da sütünü çocuklarınıza içiriniz. Şayet sahibi çıkar­sa besleme ücreti olarak sütünü içmiş olursunuz, koyunu da sahibine iade edersiniz. Çıkmazsa Al­lah'ın size lütuf ve ikramı olur, muhtaç olduğunuz için sizde kalabilir...
Bu arada Fidda hanım, koyunda garip şeyler görmeye başladı.
Ne zaman bakracı memeleri altına koyup da sağ­mak istese koyunda hemen bol süt hâsıl olur, bir de­fasında sade süt tadında, bir defasında da bal tadın­da bol süt sağar di. Nihayet meçhul koyunun bu gizemli durumu çevrede meşhur oldu.
Misafirlerinin hatırı için kestikleri koyuna muka­bil Allah'ın bir defasında sade süt, bir defasında da bal tadında süt sağdıran bir koyun ihsan etmiş ol­ması, ayrıca bu sütün dertlere şifa olma özelliği de taşıdığının ortaya çıkması etrafa şayi (yayılır) oldu. Artık herkes eline hediyeler alıp fakir Fidda hanımı ziyare­te geliyor, kâsesini de bu şifalı sütle doldurarak ayrılıp gidiyordu.[1]

KURBAN'IN TARİFİ VE MAHİYETİ

Kurban lügat itibarıyla yaklaşma ve yakınlaşma gibi mânâlara gelir. Fakat, Türkçemizde kazandığı ve kullanıldı­ğı yönüyle kurban, Allah'a yakınlaşma niyetiyle kesilen hay­vana verilen addır. "Kurbanlık develeri de size Allah'ın şeâirinden kıldık" (Hac, 22/36) ayetiyle "şeâir"den (şeriatın kökü olan şiar’ın çoğulu, hükümler) sayılan kurban, "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser, 108/2) ayeti ile meşruiyeti isbat olunan bir ibadettir.
Şeâir, hemen herkesin bildiği Safa-Merve misalinde ol­duğu gibi, Allah'ın dininin alameti, özelliği, nişanesi olma mânâlarına gelir. Allah, Bakara sûresi 158. ayet-i kerimede "Şüphe yok ki; Safa ve Merve, Allah'ın koyduğu nişanlardandır" buyurarak, Safa-Merve'nin "şeâir"den olduğunu ifade et­mektedir. Öte yandan Cenâb-ı Hak, dininin hak olduğunu vurgulayan "şeâir" kabilinden olan şeylere riayet edilmesi gerektiğini de şu ayet-i kerimeleri ile açıkça beyan etmekte­dir:
"Her kim Allah'ın şeâirine (hükümlerine) saygı gösterir, onu tazim ederse (büyük görür, önem verirse), şüphesiz bu kalplerin takvasındandır," (Hac, 22/32), "Ey iman edenler, Allah'ın şeâirine (haram ay, kurban vs.) sakın hürmetsizlik etmeyin" (Maide, 5/2).
Buna göre; şeâiri koruma, kollama, muhafaza etme, her mü'minin üzerine düşen bir vazife ve vecibedir. Kurban da, sözünü ettiğimiz "şeâir" arasında zikredilen ibadetler ara­sındadır. Öyleyse inanan insanların bu konu üzerinde farzlar ölçüsünde hassasiyetle durmaları gerekmektedir. Aksi takdirde, murâd-ı İlâhî'ye ters hareket edilmiş olur ki, bunu Allah'a iman ile te'lif etmek imkânsızdır.
Kaldı ki; Peygamberimiz, kurban ile alakalı beyan buyurduğu hadisler ve hayat-ı seniyyeleri boyunca yapageldiği tatbikatları ile, bizim davranış çizgimizi belirlemiş du­rumdadır. Bakın, Nebiler Serveri kurban hakkında neler bu­yuruyor: "Kurban kesmeye gücü yettiği halde, kurban kesmeyen, bizim namazgahımıza yaklaşmasın." Bu hadis, kurbana vacip hükmünü veren Hanefi fukahasının delilleri arasındadır. "Ademoğlu, Kurban Bayramı gününde kan akıtmaktan daha se­vimli bir iş ile Yüce Allah'a yaklaşabilmiş değildir. Kanını akıttığı hayvan kıyamet günü boynuzları, ayakları ve kılları ile gelecektir. Akan kan yere düşmeden önce Yüce Allah katında yüksek bir ma­kama erişir. O bakımdan gönül hoşnutluğu İle kurbanınızı kesi­niz."
Aslında bizim bu yazımızda ele alacağımız husus, kurbanın mahiyeti, ya da hükmü değil. Fakat kurban ibadeti ko­nusunda, düşüncelerimizin sağlam bir zemine oturması, ak­sine ihtimal vermeyecek ölçüde bir inanç halinde gönlümüz­de yer etmesi adına ilgili birkaç ayet ve hadis mealinin hatırlatılmasının faydalı olacağı mülâhazası ile sözü uzattık.

Kurbanın Hükmü

Hanefi mezhebinde İmam-ı A'zam ve talebeleri bu konu üzerinde farklı beyanlarda bulunmuşlardır. İmam-ı A'zam'a göre kurban hür, mukim, zengin her Müslüman üzerine va­cip, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre sünnettir. Burada vacip veya sünnet diye muhtelif görüş bildiren imamların delillerinin uzun uzadıya tahlilini yapacak deği­liz. Fakat im'ân-ı nazar ile meseleye baktığımızda İmam-ı A'zam'ın delillerinin daha kuvvetli olduğu müşahede olu­nur. Nitekim bu yüzden daha sonra gelen nice fukaha, İmam-ı A'zam'ın görüşü ile fetva vermiş, ıstılâhî ifadesiyle "vacip"tir hükmüne "müftâ bih" damgasını vurmuşlardır.
İmam-ı A'zam yukarıda ifade ettiğimiz "kurban kesmeye gücü yettiği halde, kurban kesmeyen bizim namazgahımıza yaklaşmasın" hadisindeki tehdidi, ancak vücub ifade eden şeylerde kullanılabileceği kanaatindedir. Bir başka ifade ile arz ede­cek olursak, Hz. Peygamberden gelen böyle bir tehdid, an­cak vücub ifade eden ameller için geçerlidir.
Ayrıca, onun "yevmü'l-edha" yani "kurban günü" denile­rek bir vakte izafe edilmesi de, onun vücubiyetinin ayrı bir delilidir. Zira bir vakte tahsis olunan ameller, mutlaka vaciptir.
Kurbanın Vücubunun (Vacip Olmasının) Şartları:
Kurban, hür, mukim, zengin olan her Müslüman'a vacip­tir. Burada yer alan hür, mukim, zengin kavramlarını günümuz gerçekleri içinde açıklamaya geçmeden önce, akıl ve bu­lûğ meseleleri üzerinde kısaca durmak icap eder. Zira hepimi­zin bildiği gibi kurban, bir İbadettir. O, Allah'a yakınlaşma amacıyla kesilir, ibadetlerde esas olan ise, akıl ve bulûğdur.
İmam-ı A'zam ve İmam Ebu Yusuf, kurbanın vacip ol­masında "Akıl ve bulûğ şart değildir"  demişlerdir. Buna göre; hükmen zengin olan bir çocuğun veya bir delinin kurban kesmesi gerekir. Yalnız İmam Muhammed bu görüşe katıl­mamış, o "Ahi ve bulûğ şarttır" kaydım koymuştur. Dolayı­sıyla İmam Muhammed'e göre, çocukların ve delilerin mal­larından kurban kesilmesi gerekmez.
Görüldüğü gibi, burada "gerekir" veya "gerekmez" hükmü verilirken, imamlarımızın dayandıkları nokta birbi­rinden farklıdır ve bu açıdan her iki grup da kendi dayan­dıkları delil açısından haklıdırlar. Şöyle ki: İmam-ı A'zam ve İmam Ebu Yusuf, ihtimal kurbanın içtimaî yönünü esas al­mış, fakir ve fukaranın hakkını gözetelim istemiş, içtimaî adaletin sağlanmasında bunu önemli bir unsur görerek, "akıl ve bulûğ şart değildir" hükmünü vermişlerdir. İmam Muhammed ise, kurbanın "ibadet" olmasına ağırlık vermiş, farz ibadetlerde akıl ve bulûğun şart olmasından hareketle de "Kurban bunlara vacip değildir" demiştir. Bu konuda fet­vanın İmam Muhammed'in görüşüne göre verildiğini belir­terek bu faslı kapatalım. Şimdi, hür, mukim ve zengin kav­ramlarının teker teker açıklamasına geçelim:
1)    Hürriyet
Hürriyet şartı tamamıyla toplum yapısını ilgilendiren bir husustur ve bizim bugün içinde bulunduğumuz toplum­sal statü açısından geçerliliği olmayan bir kavramdır. Hür; içtimaî, iktisadî, siyasî teşebbüslerinde veya ferdî, ailevî faaliyetlerinde bir kısıtlamaya tâbi olmayan insan demektir. Ve­ya daha doğru bir tabirle hürriyet, böyle bir insanın sıfatıdır. Fıkıh kitaplarımızın tedvin edildiği ya da bu kavramların ibadet ve muamelelerin yerine getirilmesi için ön şart olarak koşulduğu dönemlerde, toplum yapısı, hür ve köleler olmak üzere tasnif olmuş durumdaydı. İlerleyen İslâmı fütuhat, ya­bancı ülkelerle yapılmak zorunda kalınan savaşlar sonucu elde edilen köle ve cariyeler, toplum yapısının inkâr edile­mez gerçekleri arasındaydı. Bunlar içinde Müslüman olan ve efendilerinin hizmeti ile meşgul bulunan yüzlerce-binlerce köle ve cariye de vardı. Çeşitli fonksiyonel alanlar­da iradeleri bütünüyle efendilerinin iradesine bağlı olan, ik­tisadî, içtimaî, siyasî vb. sahada hür olmayan bu insanlar, Müslüman olmaları sebebiyle kurban kesecekler miydi? On­lar da böylesine önemli bir İbadeti ifa ve eda edecekler miy­di? İşte bu sorulara cevap verebilmek ve onların mükellef bu­lundukları amelleri belirlemede nasslardan hareketle, fukaha "hürriyet" kavramını bir ön şart olarak ortaya koymuştur.
Fakat günümüzde toplum yapımız adına böyle bir sta­tüden bahsetmek imkânsızdır. İslâm'ın tedricî olarak yok et­mek istediği, insanlığın hayatından uzaklaştırmak için dü­zenlemelerde bulunduğu kölelik sistemi, en azından Türki­ye için şu anda geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Herkes ferdî, ailevî, içtimaî, ticarî teşebbüslerinde hürdür. Öyleyse, hürriyet kavramı üzerinde sözü uzatmanın bir mânâsı yok­tur. O halde, "hürriyet" şartı bu kenara konularak mukim ve zengin olma vasıfları, ön görülen standartlarda olan her­kes için kurban vaciptir denilebilir.
2)    Mukim (Bir yerde yerleşik, yani ikamet eder) Olma
Kurbanın vacip olmasında aranan ikinci şart ikamettir. Yani şahsın yolcu olmamasıdır. Sadece Hanefiler'in kabul etmiş olduğu bu şartın altında yatan hikmet, kurbanın belli zorluklara katlanmak suretiyle kesilebileceği, zaten sefer me­şakkati içinde bulunan bir insana, yeni bir zorluk yükleme­nin mânâsı olmadığıdır. Yani hayvanı almak, kesmek, dağıt­mak vs. hakikaten şu ya da bu sebeple yolculuk içinde bulu­nan bir insan için zordur. Yalnız, hemen şunu ifade edelim ki, bütün bu muhtemel zorluklara rağmen, Hanefi mezhebi haricindeki mezhepler, bunu kabul etmemiş, "mukime de, yol­cuya da kurban kesmek sünnettir" hükmünü vermişlerdir. Ay­rıca onlar, Hanefi mezhebinin dayandığı, Hz. Ali'ye (ra) isnat edilen "Yolcu olan kimseye cuma namazı da, kurban kesmek de va­cip değildir"  sözünü zayıf bulmuşlardır.
Günümüz şartlan içinde bu mesele irdelenecek oldu­ğunda öncelikle şunu kabullenmek gerekir; Hanefiler'in bu hükmü verdikleri dönemdeki şartlar ile bugünkü hayat şart­lan birbirinden alabildiğine farklıdır. Hayatı kolaylaştıran sayısı binlerle ancak ifade edilebilecek olan unsurlar artık bi­zim hayatımızın vazgeçilmez parçalarıdır. Bilgi ve teknoloji çağında yaşadığımız bir gerçektir. Onların ürün olarak hiz­metimize sunduğu şeyler gerçekten hayatı kolaylaştırmış durumdadır. Ulaşım ve iletişim vasıtaları buna örnek olarak gösterilebilecek ilk elden akla gelen şeylerdendir ve bunlar üzerinde durduğumuz kurban ibadetinin yerine getirilme­sinde rahatlıkla kullanılabilir.
Bugün ister ulusal (Türkiye sınırları içinde), isterse ulus­lararası düzeyde vekalet yoluyla kurban kesen nice vakıflar, dernekler, teşkilatlar vardır. Bunlar vekaleten kestikleri hay­vanların etlerini fakir, muhtaç talebe veya halka dağıtmakta­dırlar. Uluslararası teşkilatlar ise, Bosna-Hersek, Somali vb. İslâm ülkelerine kurban etlerini göndermektedirler ki, bu he­men herkes tarafından bilinen bir gerçektir. İlgili bankalarda açılan hesap numarasına parayı yatırma, vekaleten kurban kesme adına yeten basit bir ameliyedir. Bu 3-5 dakika ancak sürecek ya da bir telefonla gerçekleştirilebilecek kadar kolay bir iştir.
Şimdi kurbanda yolculuğa çıkacak bir insan, yukarıda arz ettiğimiz bu 3-5 dakikalık işi yaparak, bankaya parayı yatırır ve vekaleten kurban kestirebilir. Böylece kurban mü­kellefiyetini tam anlamıyla yerine getirmiş olur.
Bütün bunlar bir tarafa, insan keseceği hayvanın bedeli­ni vererek bir yakınına veya arkadaşına da kesim adına ve­kalet verebilir.
Böylece, su-i istimallere açılan kapılar kapanır, Allah'ın emirleri dinin ruhu ve ümmetin maslahatı noktasında uygu­lanmış, kurbanla gerçekleştirilmesi gereken psikolojik, sos­yolojik ve iktisadî maslahatlar gerçekleşmiş olur.
3)    Zenginlik
Kurban kesecek mükellef üzerinde aranan bir diğer şart, zengin olmasıdır. Allah Rasulü'nün "Kurban kesmeye gücü yettiği halde, kesmeyen bizim namazgahımıza yaklaşmasın" ifadelerindeki "gücü yeten" kaydından hareketle, hemen her mez­hep bunu şart olarak koşmuştur. Fakat zenginliğin ölçüsü bir diğer ifadeyle nisabı hakkında mezhepler arasında ihtilaf vardır. Şöyle ki, Hanefi mezhebine göre güç yetirmeden maksat, mesken, elbise, binek ve bakmakla yükümlü olduğu aile efradının -bir ay veya bir sene- nafakası ve borçlarından hariç 200 dirhem gümüş, 20 miskal altın veya bunun kıyme­tine sahip olmaktır.
Şafiîler ise, zengin "gücü yeten; bayram ve onu takip eden üç günlük ihtiyacından artan para ile kurban alabilen insan de­mektir" derler. Yalnız burada, kurbanın vacip veya sünnet olmasında çok önemli olan bir noktayı vurgulamak isterim ki, o da bu vasıflar kurban kesecek kişide sadece kurban günlerinde aranan şartlardır. Dolayısıyla Kurban Bayramı'nın dördüncü günü ve sonrası veya bayramın birinci gününden önce bu şartlara haiz olan ama bayram günlerinde onu kaybeden insana kurban vacip değildir. Bir diğer ifa­deyle bu Önemli hususu tekrar edecek olursak, Kurban Bay­ramı'nın ilk üç gününde, hür, mukim ve kurban kesmeye gücü yeten yani zengin kişiye kurban vaciptir.
Aslında bu konu üzerinde fukaha, çeşitli tartışmalar içi­ne girmiştir. Mesela, bunlardan bazıları Kur'ân'da kurbanın vücubuna delalet edecek kafi beyan bulunmamasına daya­narak, kurban kesmeye gücü yetmeyi, onun vücubunun se­bebi olarak göstermiş; bazıları da buna karşı çıkarak vaktin yani kurban kesim günlerinin, vücubun sebebi olduğunu, zenginliğin ise vücubun şartı olduğunu söylemiştir. Bu du­rumda hangi görüş esas alınırsa alınsın, mutlak mânâda zen­ginliğin sebebin hükme nisbeti ve taalluku açısından "kurban günlerinde zengin olma" neticesi değişmemektedir. Usulcülerin lafzî anlamda tartışma alanına giren bu hususu yerinde ve tadında bırakarak, günümüz gerçekleri açısından zengin olma şartını ele almaya çalışalım:
İslâm'da Zenginliğin Ölçüleri; Zengin Kime Denir?
Hanefi mezhebine göre zengin olma mesken, elbiseler, binek ve aile efradının nafakası haricinde nisap miktarı mala sahip olmakla gerçekleşiyordu. (Peygamber Efendimiz (s.a.v) zamanında günümüzde olduğu gibi para yoktu. Dinar isimli altın para ile, dirhem isimli gümüş para vardı. Zekat da bu sebeple altın ve gümüş para üzerinden hesaplanıyordu. Bunun için, günümüzde paralarda nisap miktarı, altın esas alınarak tespit edilir. Bu da 85 gram altındır. Bir miktar parası, bir miktar da altını olan kimse, şayet her ikisinin toplamı 85 gram altına eşit gelirse, zekat vermekle mükelleftir.) Hemen herkesin kabullene­ceği gibi bu dört unsur da sübjektif mütalâalara konu olan şeyler arasındadır. Yani bu hususta herkesi içine alacak ve bağlayacak objektif ölçüler koymak imkânsız denecek ölçü­de zordur. İsterseniz teker teker inceleyelim.
a) Mesken yani ev: Köyler bir tarafa, ilçe ve il seviye­sinde meseleyi ele alacak olursak, toplumun marjinal bir ke­simini oluşturan zengin tabaka haricinde, bir eve sahip ola­bilme günümüzde oldukça zordur. Fakir ve orta sınıfın ister esnaf olsun, ister memur ve işçi olsun kazandığı para bugün meydandadır. Bu insanların en azından tasarruf ettikleri pa­ra ile -tabii edebildilerse- 2-3 milyon lira değerinde eve sahip ol­maları imkânsız gözükmektedir. Bu konuda devletin yap­mış olduğu istatistiklere veya tapu sicil kayıtlarına bakarak daha gerçekçi bir sonuç öğrenebiliriz. Fakat buna rağmen, Türkiye'de yine marjinal bir kesim müstesna, açıkta olan in­san da yoktur.
Eve sahip olma-olmama noktasında durum böyle ol­makla birlikte, ev döşemeleri konusu üzerinde hassasiyetle durmak icap eder. Zira maddî imkânsızlıklar sebebiyle ev alamayıp, kirada oturan büyük bir çoğunluk, temelinde örf ve âdet veya Batı özentisi yatan sebeplerle, evlerini lüks diye nitelendirilebilecek bir şekilde döşemiş durumdadırlar. Ya­tak odası, yemek odası, oturma odası, misafir odası, vitrin, halı, perde, yolluk, beyaz eşya vs. derken en iyimser tahmin­le 500-600 lira ev döşemeleri için harcama yapıldığı kimsenin inkâr edemeyeceği gerçeklerdendir.
Şimdi insafla düşünmek lâzım, bir insan kiracı bulundu­ğu eve 500-600 masrafla döşemede bulunacak, sonra "Ben ev sahibi değilim, kirada oturuyorum" diye "Kurban bana vacip değil" hükmünü verecek! Gerçi toplumumuzda bu türlü bir düşünceye sahip olan ve bu sebeple kurban iba­detinden kaçan kesim yok denebilir veya yok denecek kadar azdır ama meselenin objektif değerlerle topluma mal edilmesinin -şimdilik- mümkün olmadığını bu vesileyle ifade et­miş olalım.
Ayrıca bu konuyla ilgili başka bir sübjektif değerlendir­me de şudur: Şahısların kendi anlayışlarına, devrin kültür, örf, âdet ve geleneğine veya ihtiyaç unsuruna göre ev sahibi olma değişkenlik arzeder. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, aralan perdelerle bölünmüş, hücre tipinde ve bizim bugün çokları­mızın oturma odası büyüklüğünde bile olmayan mekânın adının ev olduğunu hatırlatmak isterim. Halbuki günümüz­de ortalama 100 metrekare büyüklüğünde iki oda, bir salon, banyo, mutfak… bütün bölümleri içinde bulunduran mekâna, ev denilmektedir. Havaic-i asliye (aslî ihtiyaçlar) adına evin ba­his mevzuu edildiği dönemlerde fukaha-yı izamın, Hz. Peygamber'in evini ölçü almadığını nereden biliyoruz? İhtimal onlar, bugün aramızda bulunup, yaşadığımız vasatı görseler­di, bu konuda belki de daha değişik şeyler söyleyeceklerdi.
Hasılı, ev, mesken faslını kapatırken, günümüz gerçek­leri açısından bunun sübjektif bir değere sahip olduğunun ve kişinin Rabbi ile kendisi arasında yapacağı vicdanî muha­sebe sonucu karar verebileceğini vurgulayalım.
b) Elbiseler: Aslî ihtiyaçlar arasında zikredilen ikinci unsur elbiselerdir. Ev konusunda sözünü ettiğimiz sübjektif-objektif durum, aslında elbiselerde de söz konusudur. Klasik fıkıh kitaplarına baktığımızda biri yazlık, diğeri kışlık olmak üzere iki elbisenin yeteceği hakkında kanaatler görürüz ki, fukahanın bu kanaati hükmün neticesine de tesir eden önemli bir faktördür. Halbuki bugün bize gelince, belki en fakirimizin evinde dahi yazlık-kışlık, yünü, orlonu, gömlek, pantolon, iç çamaşırı vs. olmak üzere birçok elbisemiz var­dır. Bu sebeple, bu konuda da sözü daha fazla uzatmadan, onun da tıpkı meskende olduğu gibi vicdanî murakebelere konu olabileceğini hatırlatıp geçelim.
c) Nafaka:  Nafaka denince, yeme-içme, başta olmak üzere şahsın kendisinin ve bakmakla mükellef bulunduğu kimselerin zarurî ihtiyaçlarını karşılayabilecek miktardaki bir aylık mal veya para kastedilir. Bu zarurî ihtiyaçlar, yine kişinin toplum katmanları arasında bulunduğu seviye, gelir düzeyi, örf, âdet vs. alışkanlıkları i!e birlikte ele alınması ge­rekir. Zira bazılarına günde bir öğün yemek yeterken, bazı­larına yetmemekte, kimileri bir çeşit yemekle sofradan kal­karken, kimileri de çorba, yemek, pilav, tatlı, meyveden mü­teşekkil yiyeceklerin bulunduğu sofraya, sofra demektedir. Onun için bu hususta da objektif kriterler ileri sürmek müm­kün değildir.
Üzerinde durduğumuz kurban açısından meseleyi de­ğerlendirecek olursak, aylık mutfak masrafı 20 milyonu bu­lan 4 kişilik bir ailenin, 10 milyonluk bir koyunu kurban et­memesi ve buna gerekçe olarak "nafaka"yı göstermesi, her­halde gerçekçi olmaz.
d) Binek: Eskiden at ve deveden ibaret olan binekler, devrimizin ilerleyen teknolojisi ve hayat şartlan itibarıyla değişmiştir. Artık şimdilerde at, deve, at arabasına bedel, taksiler, motosikletler, hatta çok az da olsa helikopter ve uçaklar şahsî binek vasıtaları olmuştur. Bu konuda taksileri baz alarak konuşacak olduğumuzda, onda da objektif şeyler söylemenin mümkün olmadığı ortadadır. Murat veya Rena­ult grubunun mamulü olan arabalar da arabadır, fiyatları bunların kat be kat üstünde olan Amerikan, Japon, Alman arabaları da arabadır ve genelde aynı işi görmektedir. Dola­yısıyla mesken, elbise ve nafakada söylediğimiz şeyler binek için de geçerlidir. Zira Türkiye'de belki pek çok kişinin tapu­lu evi yoktur ama, değeri 300-500 milyonu bulan arabası vardır.
Objektif Kriter Zor!
Gerek hür ve mukim ve gerekse aslî ihtiyaçlar içinde sa­yılan ev, binek, elbise ve nafakalar hususunda, içinde bulun­duğumuz şartlar itibarıyla yeni kriterlerin ortaya konması şarttır. Fakat bu objektif kriterlerin ortaya konmasının şart oluşu kadar, bunu bütün herkesin hükmünü kabulleneceği, merci sayılan bir heyetin koyması da şarttır. Böylece eskile­rin ifadesiyle teşeddüd-ü ârâ'ya yani fikir dağınıklığına sebebi­yet verilmemiş olur. Aksi takdirde, azıcık İslamî ilimlere vukufiyeti olanların, bu hususta farklı farklı ölçüler vaz' etme­si, niyet ne kadar iyi olursa olsun, yanlış neticelerin husulü­ne sebebiyet verecektir. Keşke böylesi bir heyet, sadece Tür­kiye insanının değil, bütün âlem-i İslâm'ın kabulleneceği ve sözü gerçekten herkesçe kabul edilen ve ona göre amel edi­len bir heyet olsa. Bunu teklifi yapılan ölçüde gerçekleştir­mek imkânsız olmasa da şimdilik zor gözüküyor. Zira bu mesele şahıslardan daha ziyade İslâm ülkelerinin devlet po­litikalarını ilgilendirmektedir ki İslâm ülkelerinin aralarında­ki ilişkiler açısından bunu bugün ümit etmek hayalperestlik­ten öte birşey değildir.
200 Dirhem-20 Miskal
Son olarak 200 dirhem gümüş-20 mıskal altın, veya onun değerinde mala sahip olma demliyor. Bunu kısaca açıklamamız icap eder.
200 dirhem gümüş 595 gr, 20 miskal altın ise ortalama 85 gr eder. Ticaret malları için konulmuş olan bu alt sınır, ıstılahî ifadesiyle nisab miktarları, koyun, inek, deve, ziraî mahsullerle beraber bizzat Allah Rasulü (s.a.v) tarafından ko­nulmuştur. "Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur" kaidesince (*) Efendimiz (s.a.v.) tarafından tespit olunan bu nisap miktar­larını değiştirmek de mümkün değildir. (*) Yani bir mes'ele hakkında ayet veya hadîste kat'î (kesin) bir beyan varsa, bu o mes'ele hakkında bir nass (yeterli ve güçlü iddia veya sav) sayılacağından artık o mes'ele hakkında içtihada cevaz yoktur. Çünkü içtihat, ancak kesin ve sarih olmayan mes'elelerde şâriin (hukukçunun) muradını arayıp bulmak için meşru'dur.
Zenginlik ölçüsüne rakamsal bir örnek verirsek;, altın, gümüş ve koyun değerleri ile değer­lendirecek olduğumuzda karşımıza şöyle bir tablo çıkmakta­dır.
                Satış fiyatı           Gram                   Sonuç
Gümüş :     15.000               595                    8.925.000
Altın     :      920.000            85                    78.000.000
Koyun   :     15.000.000       40 (adet)         600.000.000

Tabloda da görüldüğü gibi, karşımıza aralarında çok ciddi uçurum bulunan üç tane rakam çıkmaktadır. Buna gö­re hür, mukim, aslî ihtiyaçları haricinde yaklaşık gümüş baz alınacak olduğunda 9.000.000, altın baz alınacak olduğunda 78.000.000, koyun baz alınacak olursa 600.000.000 TL'si olan bir insan (16 Nisan 1996 tarihi itibarıyla) kurban kesecek demektir.
Bu durumda aklımıza şu soru gelmektedir: "Acaba Al­lah Rasulü döneminde gümüş, altın, koyun gibi nisap mik­tarları tespit olunan şeyler değer bakımından birbirine eşit miydi, yoksa farklı mıydı?" Günümüzde her ne kadar eşitti diyenler varsa da, bu nisab miktarlarının eşit olmadığını fa­kat bu kadar da birbiri arasında uçurum olmayıp yakın ol­duğunu söyleyip delilleri ile bunu isbatlayan fukaha da var­dır. Zaten bu husus, ekonomik politikalar ve içtimaî şartlara göre değişkenlik gösterir. Mesela günümüzde altın, gümüşe nispetle hayatın daha çok içindedir. Çeşitli alanlarda onun kullanılması değerinin artmasının bir sebebidir. Aslında ni­sap miktarları meselesi başlı basma ele alınıp incelenebilecek bir konudur. Fakat burada şu kadarcık da olsa bir kanaat be­lirtelim; ihtimal Allah Resulü (s.a.v.) birbirinden ilgi alanı iti­barıyla farklı olan yani tüccar, esnaf, çiftçi, hayvancılıkla uğ­raşan., toplum katmanlarının her birine o sahada zenginliğin sının sayılabilecek değişik Ölçüler vaz' etmişti ki, bu di­nin ruhuna ve ümmet-i Muhammed'in maslahatına çok da­ha uygun gözükmektedir.
Bugün, yukarıdaki tablodan hareketle aslî ihtiyaçlardan sonra, para veya mal hesap edilirken altının ölçü alınması akla en uygun olan çözüm gibi gelmektedir. Fakat buna rağ­men, bizim kendi ilgi alanımıza uygun olan nisabı seçmemiz hatta kurban ibadetini yerine getirerek onun sevabına nail olabilmek düşüncesiyle nisab miktarının en az olanını tercih etmemiz evladır. Böylece murad-ı İlahî noktasında hareket edilmiş, hikmetleri saymakla bitmeyecek kadar çok olan kurban ibadetini yerine getirmiş oluruz.
Kadınlara Kurban Vacip mi?
Son olarak kadınlarla ilgili daha doğrusu Anadolu'da cari olan yanlış anlamadan kaynaklanan uygulama ile alâka­lı bir hususa temas etmek istiyorum; Anadolu'da genellikle kurban meselesi kan-koca müşterekliği içinde ele alınır. Ve bir evde bir kurban kesiliyorsa, bir sene erkek, diğer sene ka­dın adına kesilir. Halbuki burda esas olan kurbanın vacib ol­ma keyfiyetidir. Kadın İslâm'a göre kocasından bağımsız olarak ekonomik hürriyetine sahip bir varlıktır. Dolayısıyla tasarruf hakkı kendisine ait olan menkul ve gayr-i menkul mallan varsa -ki buna ziynet eşyaları da dahildir- ve bu mal­ların toplamı nisab miktarını aşıyorsa, elbette kadına kurban vaciptir. Yani onun da kendi adına kurban kesmesi gerek­mektedir.
Fakat, mesela zinet eşyaları sırf tasarruf gayesi ile alın­mış ve erkek istediği zaman istediği biçimde onları değerlen­dirmek hakkına sahipse, o ziynet eşyaları her ne kadar kadı­nın kolunda, gerdanında, kulağında veya parmağında bu­lunsa dahi onların gerçek sahibi erkektir. Erkek, nisab miktarını tesbit ederken bu ziynet eşyalarını da sair mal varlıkları arasına katmak zorundadır.
Sonuç Yerine
Sözlerimize burada son verirken, baştan sona kurbanın sadece vücubiyetinin şartlan üzerinde değerlendirmede bu­lunduğumuzu hatırlatmak isterim. Bir anlamda çoklarının kafasına takılan istifhamlara günümüz gerçekleri açısından belirtmek niyetiyle kaleme alınmış olan bu ifadeler, bir ihti­yaca da inşaallah cevap vermiştir. Kurbanın sıhhatinin şart­ları, kurbanlık hayvanlarda aranan vasıflar, kurban etleri ve derisi hakkında yapılacak uygulamalar, kurban çeşitleri ve kurbanın ferdî ve içtimaî açıdan bizlere kazandırdıktan şey­ler ayrı ayrı çalışmaların konuları olabilir. Kaldı ki bu konu­lar üzerinde müstakil çalışmalar olduğu gibi, ilmihal ve fı­kıh kitaplarında bunlara cevap veren bölümler de vardır. İs­teyenlerin oralara müracaat etmeleri şâyân-ı tavsiyedir.[2] 24.4.1996

KURBANIN HİKMETİ

Toplumda zenginler ve orta halliler yanında aylarca et yüzü göremeyen, yarı aç yan tok gezip de durumla­rını belli etmeyen onurlu, şahsiyetli yoksullar vardır. Çoğu defa bunlar yüzsuyu dökmezler, kimseden bir şey istemezler. İşte bu tip yoksullar için Kurban Bayramı Allah Teala'nın bir ziyafetidir. Bu İlahi ziyafetle yoksul­ların da gönülleri alınmış olacak, onlar da toplumdaki refahtan paylarını almış olacaklardır. Bu da sosyal ada­letin yaygınlaşmasında ve insanlarımız arasındaki sev­gi bağlarının kuvvetlenmesinde etkili olacaktır. Ayrıca kurban kanının akıtılması ile Müslümanda kalbî ve ruhî bir huzur doğacaktır.
Bugün bütün Müslümanların kalbi; dostluk, kardeş­lik, sevgi saygı, acıma, yardımseverlik ve dayanışma duyguları ile dopdoludur... bugün nefretler eriyecek, kinler yok olacak; düşmanlıklar, dargınlıklar sona ere­cektir. Ana babaların, akraba ve dostların, komşu ve iş arkadaşlarının bayramları tebrik edilecektir.
Dua edelim ki. Yüce Allah'ın rızasını kazanmak için akıtılan kurban kanları, insanlarımızın kalplerinden küskünlükleri, dargınlıkları alıp götürsün! Yerinde sev­gi çiçekleri açsın. Ne mutlu, kurbanlarla beraber kalplerindeki husumet duygularını da kurban ederek ruhla­rını temizleyebilenlere!.[3]


[1] Mehmet Dikmen “Esrarengiz Olaylar” s:45
[2] Ahmet Kurucan “Yeni Bir Fıkhi Açı” s:49
[3] Hüseyin Algün “Mübarek Gün ve Geceler “s:85

HAC VE KURBAN ÜZERİNE-1, D. ALİ ERCAN & İHSAN ELİAÇIK


TAHRİF VE TEVİL

Değerli arkadaşlar, Hacc suresindeki ilgili (22-27) ayetin tercümesi Kur'anın yazımında kullanılan ilk alfabenin  (küf'i alfabe) ve klasik arapçanın dünyadaki sayılı uzmanlarından olan Prof. Rudi Paret'e göre şöyledir: 
"Ve insanları hacca çağır, ki onlar yürüyerek veya derin geçit yollarından çıkıp gelen narin (zayıflamış develer) binitler üstünde sana gelsinler!"   Bu ayette develer açıkça telaffuz edilmemiştir, ancak arapça cümle yapısında deveden bahs olunduğu anlaşılıyor.. Bazı mütefessirler ayette doğrudan geçmeyen "deve" kelimesini açıkça yazmışlar, bazıları da R. Paret gibi,  parantez içerisinde vermişlerdir. 

Diyanetin tercümesinde deve kelimesi hiç geçmiyor: "İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya binekler üstünde uzak yollardan sana gelsinler."  ancak her nedense olmadığı halde, "uzak yollardan" kelimesi eklenmiş!.. Diyanet bir başka küçük ayrıntıyı da (kasıtlı ?) değiştirmiştir. Türkçede binit* demek at, eşek ve deve gibi  hayvanları ifade eder; "binek" kelimesini kullanırsanız, canlı-cansız her tür araç, bugünkü modern taşıt araçları da kapsama girer; 

Malek Sabel' de çevirisinde biraz zorlamayla "..bütün uzak bölgelerden.."  eklemesini yapmıştır.. ayette "uzak" ve "bölge" kelimeleri yoktur. 

Kısaca görülen odur ki, modern çağda insanların Kabe ziyaretleri için uçak, tren otobüs gibi araçları kullanabileceklerini ima edici zorlamalar yapılmaktadır.. Bu tür Kur'an tahrifatı sürekli yapılmakta, örneğin, Kurban ve Türban Kur'an emriymiş gibi halk yığınlarına anlatılmaktadır..  

Eğer hacca gitmek şekli önemli olmasaydı, ayette sadece "İnsanları hacca çağır, onlar da sana gelsinler." denirdi,  geliş şeklini anlatmaya gerek kalmazdı.. İslamcılar, çok saygı duyduklarını söyledikleri Kur'an ayetlerini bilerek yanlış tercüme ediyorlar, yani tahrif ediyorlar; sıkıştıkları yerde de "böyle yazılmış, ama kastedilen başka şey" diyerek tevil yoluna sapıyorlar... æ

* Türkçede (...-it) eki  "yapılan, edilen şey" anlamı verir. örneğin, iç-it içilen şey, yap-ıt yapılan şey, eser,  bin-it binilen şey, özellikle at, deve.  göm-üt gömülen şey, define (yanlışlıkla mezar yerine kullanılıyor)...
Tahrif=bozmak, harfin yerini değiştirmek; 
Tevil=saptırmak, uydurmak


Aşağıda ilahiyatçı İhsan Eli açık'ın Kur'anda Kurban konulu makalesini ekliyorum.  æ
***

R. İHSAN ELİAÇIK


KUR'AN'DA 'KURBAN' AYETLERİ 


Aşağıda Kur’an’da ‘kurban’ ile ilgili ayetlerin bir haritasını çıkardım. En çok bilinen meal (Diyanet) ile Kur’an’ın Arapçasını karşılaştırdım. Doğrular ve yanlışlar kendi araştırma ve bilgilerime göredir.
Bizim işimizin “gönüller fethetmek” değil; “zihinler açmak” olduğunu hatırlatırım. Malum bu işin bedeli ağır, sabrı zor ve fakat meyvesi tatlıdır.
Bakın ortaya nasıl bir sonuç çıktı.
***
YANLIŞ: “O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.” (Kevser; 5)
DOĞRU: “O halde Rabbine yönel/destek iste ve güçlüklere göğüs ger/diren” (Kevser;5).
Tefsiri: Sana “Böyle giderse her şeyden mahrum kalacak. Kendi kendini mahvediyor. Kendine yazık ediyor. Putları tanımamakla, Kureyş geleneklerine ve kurulu düzenine karşı çıkmakla toplumda bir yere gelemeyecek, sönüp gidecek.” diyorlar. Oysa yakında görecekler kimin sönüp gideceğini/ebter olacağını. Bunun için sen Allah’a yönel/destek iste (salât et) ve saldırılara göğsünü siper et/diren (nahr yap). O zaman göreceksin sönüp gitmek bir yana, destek ve nimet (kevser) asıl sana yağacak…
Görüldüğü gibi ayet namaz kılmak ve kurban kesmekle ilgili değil.
***
YANLIŞ: “Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık.” (Saffat; 107)
DOĞRU: “Biz onu büyük bir kazaya uğramaktan kurtardık” (Saffat; 107).
Tefsiri: Hz. İbrahim bir rüyasında oğlunu boğazlıyor görmüştü. Durumu oğluna açınca o da 'sana söyleneni yap' dedi. Oğlunu kendi çağında çokça yapılanlar gibi ‘kurban’ etmek istedi fakat Allah ona seslenerek onu bu işten vazgeçirdi. Böylece kendisi büyük bir kaza yapmaktan, oğlu da büyük bir kazaya uğramaktan kurtarıldı. Veya ona büyük baş bir kurbanlık fidyesi verilerek kurtarıldı. Böylece insanlık tarihinde çok büyük bir adım atılmış oldu. İnsan kurbanları çağı kapandı.
Ayette geçen “zibh” kelimesi Arapça’da kaze zede, kazaya uğramak (zebîha) anlamına da geliyor. Böyle bir tefsir de mümkündür. Bu durumda fidye kelimesi de kurtarmalık bedeli manasına geliyor. Burada fidye, İbrahim’in oğlunun canı oluyor.
***
YANLIŞ: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar ve Allahın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allahın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hac: 28)
DOĞRU: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım yararlara tanık olsunlar ve Allahın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde Allahın ismini ansınlar. Onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hacc; 28)
Tefsiri: Eski çağlarda tapınak kamu alanı demekti. Tâ Sümerlerde bile vardır. İnsanlar ihtiyaç fazlası ne varsa (hayvan, buğday, un, elbise, altın, gümüş) tapınağa getirirdi. Hayvanların üzerine “Tanrı malı” diye isim yazılırdı. Mesela un torbası ise onun da üzerine bu isim yazılırdı ve o artık kamu malı olurdu. Hatta matematikteki rakamlar tapınağa getirilen ve kamu malı (tanrı malı) olduğu seçilsin diye hayvanların ve torbaların üzerine atılan çizik ve çeltiklerden doğmuştu.
İşte bunlar kamuya (Tanrı’ya) adanmış mallardı. Orada ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için toplanmaktaydı. Oraya gelen ihtiyaç sahiplerine (yoksullar, garibanlar, kimsesizlere) eşit bir şekilde dağıtılırdı. Bu arada uzaktan gelenler olduğu için onlara ikram maksadıyla bazıları da kesilirdi. “Yiyin” denmesi de bundandır.
Görülüyor ki Kur’an eski çağlardan beri gelen ve tapınağı “kamu alanı” olarak gören anlayışı sürdürmekte ve Kabe civarını bir toplanma, kaynaşma, yakınlaşma ve paylaşma merkezi olarak değerlendirmektir.
Yukarıdaki ilk meallendirmede parantez içinde yazılan ‘kurbanlık’, ‘onları kurban ederken’ ifadeleri Kur’an’ın Arapça orijinalinde yok.
***
YANLIŞ: “Bu böyle. Her kim de Allahın nişanelerini (kurbanlıklarını) yüceltirse, şüphesiz ki bu kalplerin takvasından (Allah’a karşı gelmekten sakınmasından)dır. “ (Hac; 32)
DOĞRU: “Bu böyledir. Her kim Allah’ın sembollerine saygı gösterirse, kalbinde sakınma duygusu/Allah bilinci var demektir.” (Hac; 32).
Tefsiri: Burada da ilk meallendirmede geçen parantez içindeki ‘kurbanlıklarını’ ifadesi orijinal Arapça metinde yine yok. “Allah’ın şiarları” kavramı kurbanlıklar diye yorumlanarak metne dahil edilmiş. Oysa “şiar”ın ne olduğu tefsirde açıklanmalıydı. Biz açıklamışız: Şiar Sözlükte “fark etmek, hissetmek, duyumsamak” demektir.  Fark etmek, hissetmek, duymak (şu’ûr), duyuru (iş’âr), bilinç altı (tahte’ş-şuûr), slogan, amblem, sembol, simge (şi’âr), şiarlar, semboller, simgeler (şeâir), mani, halk ezgisi (şi’run şa’biyyu), saç, kıl, tüy (ş’ar), duygu, şuur, bilinç, sansasyon (şuûr), duygu, his (meş’ar), şiir okumak (şi’ran) kelimeleri bu köktendir… Demek ki şiarlar, şuûrun (bilincin) yansımalarıdır. Bunlar bir yapıya, binaya, yeryüzüne dikilmiş bir anıta nispet edilince bir şuurun, bir bilincin, bir fark ediş, hissediş ve duyuşun sembollerine dönüşürler. Bu anlamda örneğin Kâbe, Allah’ın bir şiarı, sembolüdür. İman edenlerin kalbinde bu yapının çok farklı bir anlamı ve önemi vardır. Aynı şekilde Safa, Merve, Say, Tavaf, Meş’ari Haram, Mina, Müzdelife vs. bütün bunlar Allah’ın şiarlarıdır ve sembolik derin anlamları vardır. Her kim bunlara gereken saygıyı gösterir, bunların mana ve önemini kavrarsa kalbinde bir bilinç, bir şuur, bir duygu ve hissiyat taşıyor demektir. İşin şuurunda, bilincinde demektir. Başkaları için bunlar sıradan binalar, taşlar ve hareketler olarak görünebilir. Ama iman edenlerin kalplerinin derinliklerinde bir şuurun veya bilincin ifadesi olarak yaşarlar. Ayette kastedilen de budur.
***
YANLIŞ: “Sizin için onlarda belli bir zamana kadar birtakım yararlar vardır. Sonra da kurbanlık olarak varacakları yer Beyt-i Atik (Kâbe)’dir.” (Hacc; 33)
DOĞRU: “Sizin için onlarda belli bir süreye kadar faydalar vardır. Dahası onlar yeryüzünün en eski anıtının anlamını açıklarlar.” (Hacc; 33).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu seferde ayette geçen “mahill” ifadesi “kurbanlık” olarak çevirilmiş. Parantez içinde kurbanlık kelimesini sokuşturmak yetmiyormuş gibi “şiar”, “mahill”, ileride gelecek “nüsuk”, “hedy”, “behimetu’l-en’am” hepsi de dümdüz edilerek “kurbanlık” olmuş (!).
Bu ayette geçen “mahill” sözlükte “çözmek, açmak, indirmek” kökünden gelir. Ayette harfi harfine; “Sonra onun ‘mahilli’ ‘Beyt-i Atik’edir.” şeklinde geçmektedir. Çözmek, açmak, analiz etmek, tahlil etmek (tahlîl), yer tutmak, bir yere indirme yapmak, bir yeri istila etmek, işgal etmek (ihtilâl), meşru saymak, kendisine helal etmesini istemek (istihlâl), çöküntü, çözülme, dejenerasyon (inhilâl),   formül, çözüm, çare (hall), çözülmüş, serbest kılınmış, meşru (helâl) işgal edilmiş, işgal altında (muhtell), yer, mekan (muhill), semt, bölge (mahalle), bölgesel, yöresel (mahallî) kelimeleri bu köktendir… Yukarıdaki ayette şeâirillah (Allah’ın şiarları) denmesi haccın tüm imge, simge ve sembolleri manasında kullanıldığını göstermektedir. Nitekim bazı müfessirler bu manada yorumlamışlardır (Razi). Bu durumda ayette geçen mahill kelimesi “Kurban kesme yeri” değil, “Açıklama, açıklığa kavuşturma yeri” anlamına gelir. Bu durumda mana; “İman edenlerin kalplerinde apayrı bir anlam ve önemi olan Allah’ın şiarları yani Kabe, Tavaf, Arafat, Safa, Merve, Müzdelife vb. haccın sembolik eylem ve nüsukları (ritüelleri), yeryüzündeki en eski beytin (beyt-i atik) ne anlama geldiğini, mana ve önemini açıklar” şeklinde olur.
***
YANLIŞ: “Her ümmet için, Allahın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Şu hâlde yalnız O’na teslim olun. Alçak gönüllüleri müjdele!” (Hacc: 34)
DOĞRU: “Biz her ümmet için imge/simge/ritüel belirledik (mensek). Ki rızık olarak verdiğimiz hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. Hepinizin ilahı bir tek ilahtır. O’na teslimiyet gösterin. Kalbi temiz olanları müjdele” (Hacc: 34).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu ayette de “mensek” kelimesi ‘kurban kesmek’ olmuş. Halbuki menseknusuk kökünden gelir ve menâsik olarak tüm hacc ritüel ve sembollerini ifade eder. Şu ayet daha açıklayıcıdır: Biz her ümmet için sembolik hareketlerden oluşan ritüeller belirledik.”(menseken hum nâsikuhu). Buna diğer bazı mealler “ibadet tarzı”, “ibadet yolu” da demiş ki nispeten doğrudur. Bu durumda “Her ümmet için” diyerek genellendiği için sadece hacc menâsiki (tavaf, sa’y, arafatta vakfe, Safa, Merve, müzdelife) değil; dinin içindeki tüm tekrarlanan imgeleri/simgeleri/sembolik hareketleri kapsar: Kıyam, ruku, secde, oruç vb.
Rızık olarak verilen “hayvanların üzerine Allah’ın ismini anmak” ise yukarıda geçtiği gibidir. Bu tabir haccda geçtiğinde infak edilmek üzerine kamu alanına (Kabe’ye) getirilen canlı hayvanlar manasında, diğer yerlerde ise “Allah’ın etinin yenmesine izin verdiği hayvanlar” demek oluyor.
Kabe’ye ihtiyacı olanların alması için getirilen hayvanlar üzerlerine Allah’ın ismi anılmakla (yazılmakla, mühür vurulmakla) “Allah’ın malı” (kamu/herkese ait) oluyorlar ve illa kesilmeleri de gerekmiyor. Canlı canlı da infak edilebiliyor. Ve hatta bunun illa hayvan olması da gerekmiyor. Tarım ve hayvancılık toplumu; bir yoksul bir deveye sahip olmakla, iki çift öküz almakla icabında yoksulluktan bile kurtulabiliyor.
***
YANLIŞ: “Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allahın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allahın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” (Hacc: 36)
DOĞRU: “Cüsseli hayvanları da sizin için Allahın şiarlarından kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf halinde yan yana dizildiklerinde üzerlerine Allahın adını anın. Nihayet onlardan yiyin, istemeyen yoksulu da istemek zorunda kalan yoksulu da doyurun. Böylece onları sizin hizmetinize verdik. Umulur ki şükredesiniz.” (Hacc: 36).
Tefsiri: Bu ayetler Kabe etrafında müşrikler tarafından kurulan, cüsseli (büyükbaş) hayvan, deve, koyun ve her tür ekin ürünlerinin “iç edilmesi” üzerine kurulu düzene karşı söyleniyor. Çünkü onlar Kabe’ye getirilen hediye (hedy) hayvanlarına ve ekin ürünlerine el koyuyor, yoksullara gitmesine engel oluyor ve ihtiyaç sahipleri arasında eşitçe dağıtılmasına yasaklar getiriyorlardı. Kur’an’daki tabirle “yerli yabancı herkesin eşit hakka sahip olduğu” Mescid-i haramdan insanları alıkoyuyorlardı. (Hacc: 25).
En’am suresinde bu menfaat çarkının nasıl döndüğü uzun uzun anlatılır. Mesela bir yerde şöyle denir:
“Tutup Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan  ona bir pay ayırdılar ve kendi akıllarınca “Bu Allah için, bu da ortaklarımız için” dediler. Ortakların payı Allah’ın payına geçmez, ama Allah payı ortaklarına geçer; ne berbat bir iş bu!” (En’am; 136)
Görüldüğü gibi en’am “nimet olarak gelen sığırlar” manasında kullanılıyor. Çünkü rivayete göre cahiliye Arapları ekin ve sığırlardan el koydukları ürünleri putlar ve Allah arasında bölüştürürlerdi. “Şu Allah’ın payı şu da tanrılarımızın payı” derlerdi. Allah için ayırdıkları payı başkaları için harcarlar, putları için ayırdıkları payı zimmetlerine geçirirlerdi. Putların payından Allah’ın payına bir şey geçerse hemen geri alırlar, Allah’ın payından putlarının payına geçen bir şey olursa, sonuçta bu kendi ceplerine gireceğinden hiç ses etmezler “Allah zengindir putlar fakir, O’ndan bunlara bir şey geçmesinden bir şey olmaz” derlerdi (İbn Abbas). Demek ki cüsseli hayvanlar (el-budne) Kâbe etrafındaki ni’met (en’am) istismarına dayalı bu “hayvan döngüsünü” ifade ediyor.
En’am suresi 135-140 arasında bu döngünün nasıl işlediğini okuyabilirsiniz. Burada esas amaç kurban kesmek değildir. Kabe’ye getirilen hayvanların “çete” tarafından iç edilmesi ve aralarında üleşilmesine karşı onların kamunun/yoksulların hakkı olduğunun vurgulanmasıdır. Bu arada kesilenler varsa -ki bu örfen müstahaptı- onların da sadece etlerinden yenilebileceği (kendine ayırıp biriktirmek yok) gerisinin yine yoksullara dağıtılması gerektiğinin ısrarla vurgulanmasıdır.
Tabi bütün bunlar hacca gidenler için geçerli. Oradaki durum anlatılıyor. Hacca gitmeyenlerin kurban keseceğine dair Kur’an’da en küçük bir ima bile yok.
Kur’an’da sadece mazereti sebebiyle hacca gitmeye niyetlenip de gidemeyenlerin Kabe’ye bir hedy (adanmış hayvan) göndermesi istenir. (Bakara 196). Çünkü ihtiyaçtan fazla olanın oraya gönderilmesi ve orada ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşması istenmektedir. Gönderilecek hayvanın illa kurban olarak kesilmesi gerekmiyor. Hedy hediye kökünden gelir ve canlı bir hayvanın veya bedelinin yoksula bağışlanması manasına gelir. Kabe’ye getirilen “kurbanlık hayvan” demek,“adanmış hayvan” demektir; Allah’a, Kabe’ye, yani kamuya, ihtiyaç sahiplerine adanmış, onlara verilmek üzere getirilmiş canlı hayvan, ekin ürünü vs. demektir. Bu dahi “hacca niyetlenip de gidemeyenler” için geçerlidir.
Sonra yukarıdaki ayetin devamında şöyle denilir: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. Güzel ahlak sahiplerini müjdele.” (Hacc; 37)

“Asla” denilerek ulaşmayacağı söylenen et ve kan zaten Araplarca da kesilmekte olan kurbanlardı. Klasik zihin burada kurban kesen kişinin, kurbana bıçağı çalarken içinde taşıdığı takva duygusunun kastedildiği şeklinde anlıyor. Burada kurbana teşvik değil; sakındırma, yapmayın bunu artık, bir anlamı yok vurgusu var.

Ayetin sonundaki cümleden de anlaşılacağı gibi aslolan hayatın içinde güzel ahlak sahibi (muhsinin) olmaktır. Allah sizin kurbanlarına bakmaz, ete, kana, deriye, bağırsağa bakmaz. Bunlar için günahlarınızı affedecek de değildir. İçinizde Allah bilincinden kaynaklanan sakınma duygusu (takva) ile yaşayıp yaşamadığınıza ve ahlakınıza bakar. Açıkça diyor işte: “Asla ulaşmaz” Şu halde neden kesip duruyorsunuz, ulaşmayacak işte. Duymayacak o hayvanların sesini, kan kırmızısı boğazın görüntüsünü, duymayacak!
***
Üç yerde daha kurban ile ilgili ayet var. Onları da aktarıp bitiriyorum;
Bakara suresinde İsrailoğullarına “inek kesmeleri” istenir. Bundan maksat Mısır Firavun İmparatorluğu’nun sembolü İnek/Boğa (Bakara) dır. Onunla ilişkinizi tümüyle kesin denmek istenir. (Bakara 67).
Maide suresinde Adem’in iki oğlu kıssası (Kabil-Habil) anlatılır. Kabil haksız yere toprağa çit çevirip özel mülkiyetine geçirir. Onu başkasından saklar. Ondan gelen ürünü Allah kabul etmez. Ama Habil Allah’ın mülkü olarak olarak gördüğü ve kendi emeği ile ekip biçtiği topraktan ürün getirir. Onunki kabul edilir. Buradan Allah’ın mülkünü sahiplenmeyin, kendi emeğinizle geçinin, başkasının (kamunun) hakkını gasbetmeyin, kul hakkı yemekten sakının, Allah sakınanlarınkini (muttaki) kabul eder mesajı verilir. (Maide; 27)
Al-i İmran suresinde Yahudilerin, Hz. Peygamber’i Kurbanı inkar etmekle” suçladıkları anlatılır.“Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamızı emretti”(Ali-İmran; 183) demektedirler. Onlara göre peygamber kendi bildikleri ve anladıkları tarzda ateşte yanarak kesilen bir kurban (yakmalık sunu) getirmelidir. Muhammed bunu getirmediğine göre kurbanı inkar ediyor demektir. Üstelik bunu onlara Allah böyle söylemiştir. Yakmalık sunu kurbanı apaçık Allah’ın emridir!
Kur’an onlara şöyle cevap verir: “De ki: “Benden önce size nice peygamberler, açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?” (Ali-İmran; 183).
Cevap çok manidardır.
***
İşte Kur’an’da kurban ile ilgili geçen ayetler bunlardır.
Acaba Kur’an’ın ‘kurban haritası’ görünen uygulamalara uyuyor mu?
Ölçün biçin, düşünün.
Benden gözler önüne sermesi…