2 Aralık 2014 Salı

Emperyal İblisin Kâbusu: "Ortak Akıl ve Anadolu"

Emperyal İblisin Kâbusu: 
Ortak Akıl ve Anadolu
Mustafa Nevruz SINACI
            Akıllı insanlarca idare edilen ülkelerin insanı mutlu, huzurlu, güvenli ve zengindir.
            Huzurlu, güvenli ve zengin devletlerde adalet ahlâkı ve hukuk hâkim unsur olup; Tıpkı İslâm Dini’nin emrettiği ve öngördüğü gibi; Bir memlekette temelden tavana adalet, mutlak eşitlik ve evrensel hukuk hükümferma ise, orada “özgürlük ve güvenlik” sorunu kesinlikle ve asla yoktur. Mutlaka idare şekli cumhuriyet’tir. Çünkü cumhuriyet, kadim Türk’lerin medeni siyaset dedikleri “ilel ebed ve ebed müddet devlet” ilkesinin teminatı olan yegâne rejimdir.   
            Musa’nın şeraiti tahrif edilip, ülkeler üzerinde iblis hâkim olmaya ve emperyalizm adlı kula kulluk ve zorunlu kölelik sistemini kurmaya girişinceye kadar bu, tam da böyle idi. Hâttâ bu gün gerçekliği kanıtlanmış efsanelere göre, MU kavmi tamı tamına 65 Bin, Atlantis kavmi ise 50 Bin yıl civarında hüküm sürmüştü. Muharref Talmud, Zebur ve Tevrat sentezi “Kutsal Kitap” tabiini beni İsrail kavmi de 6000 yıldır tüm dünyada hükümran olma ve iblise adanmış evrensel bir krallık kurma paranoyası içindedir.  
            AKIL KARŞITI BİR REJİM:
AKILSIZLIK, MATERYALİZM VE MEZALİM
            Bu kertede, bir meleke ve müstesna cihaz olarak akıl ve akıllılığın irdelenmesi gerekir. Ki, bu gün ülkemiz ve insanlık âleminin sürüklendiği bunalım, buhran, kaos ve krizin nedeni açıkça anlaşılsın. Kadim Atalarımızın “evrensel barış, küresel adalet, eşitlik ve hukuk rejimi” olan Medeni Siyaset adlı “soy demokrasi” duyulsun; Başta Anadolu Türklüğü olmak üzere, tüm dünya ve insanlığın ezel-ebed gerçek düşmanları bilinsin.  
            Akıl; İyi, ilkeli, onurlu, sorumlu, namuslu ve dürüst insanlar tarafından doğru, “gönül” olarak da tabir edilen kalple bağlantılı, vicdanın sesi yönünde kullanılan ilâhi ve mucizevi bir cihazdır. Akıl, evrende var olan en mükemmel işletim sistemidir. Sadece ve yalnızca, sonuçta ‘halife olsun diye’ Ahsen-i takvim üzere (en güzel ve mükemmel surette) yaratılan insan, aklı yerli yerinde tam ve doğru olarak kullanır. Buna karşın, emsalsiz bir sahtekârlık, kurnazlık ve içten içe sinsilikle ‘insan formuna bürünerek’ halk içinde dolaşan şeytani yaratıklar bu nimeti, kendi amaç ve menfur istikametleri doğrultusunda farklı biçimlerde alet etmeye çalışır ve aklı istismara, suiistimale, doğası dışında kullanmaya kalkışırlar.
            Fakat insan olmayanlardan kaynaklanan ve hakikatte insansı yaratıklara dayanan oluş, fiil, eylem ve söylemler; Neticede ‘insanlığın yararına’ değil, bilâkis zararına ve doğal hayatın aleyhine büyük felâketler/elem/ıstırap/azap/mezalim ve derin sıkıntılara yol açar. Dolayısıyla, insanlık aleyhine sonuçlanan hiçbir tasarı, proje veya uygulama akıl işi değildir. Akıl; Daima iyi, doğru, orijinal, ilmî fikir, tasarı, duygu, düşünce ve sevgiye dayalı projeler ilham eder.    
            ORTAK AKILSIZLIK VE KİFAYETSİZ MUHTERİSLER
Hırs, ihtiras ve ikballerinin zebunu (kulu, kölesi, tutsağı) durumuna düşen cahil, aptal, akıl ve ilim fukarası mahlûkat ‘kifayetsiz muhterisler’ (hırs yaparak, ulaşmak istediği hedefler bakımından yetersiz, yeteneksiz ve donanımsız) toplum, insanlık âlemi, doğa, ekolojik denge ve dünya için çok zararlı, tehlikeli ve düşmancadır. Bu nedenle “akıllı olmak” doğru, düzgün, istikrarlı, ilkeli, onurlu, sorumlu ve insanlığa faydalı; “Namuslu, Dürüst ve Demokrat” olmak; Hangi din, mezhep veya tarikattan olunursa olsun, “yatılanı yaratandan ötürü” sevebilmektir.
Şu kadar ki, sevgi sadece, Yüce Yaratıcının sevdiklerine ihsan ettiği nadide bir özellik olup; Akıl, ilim/irfan sahiplerinin en belirgin özelliği saygı, hürmet/muhabbet ve merhamettir.      
            Bu, aklın, ilmin ve sevginin yoludur. Bu yolda kötülük yoktur. Akıl için yol birdir.
Bir olan yol iyilik (ittihat/tevhit) doğruluk/dürüstlük/adalet ve faziletten teşekkül eder.
Diğerlerinin iştirak ve ittifakından oluşan teşkilât ve teşekkül: Ortak akılsızlık, salgın hastalık, sarhoşluk, serkeşlik, sahtekârlık, fitne, tefrika, bölücülük, koğuculuk, fuhuş, yaygın mikrop, potansiyel insanlık düşmanlığı, zulüm ve müzmin kötülüktür. Bütün kötüler evrensel işbirliği, ortaklık ve ittifak halinde olup; Dünya da bunun görünüm biçimine, “emperyalizm” denir. Emperyalizm en kısa tanımıyla “haklıların güçlülüğü” yerine, cebren, baskı, tahakküm ve şiddetle hâkimiyet sağlamış, iyileri sindirmiş “güçlüleri haklı sayan” rejiminin adıdır.
Daha açık bir anlatımla: Kene, Sülük, Vampir ve Yarasa gibi “can alıcı/kan emici” şer ve şeytani unsurların açık iştirak, iş/ikbal ve kader birliği (akıl/beden, kalp ve ruhların kayıtsız şartsız iblise satılması) sonucu haymatlos kabilinden vücut bulur. Vatan, toprak, bayrak, milli marş, başkent, sabit bağlantı, milliyetleri olmayan haramiler ve paraya tapan putperestlerdir.    
ALENİ DÜŞMANLIK, KİN, NEFRET VE HUSUMET
Lânetli kesimin en büyük heves, istek ve ihtirası; Tıpkı Atlantis kavminin imtiyazlı rahipleri, kalburüstü seçkinleri ve cebbar yöneticileri gibi akıl almaz bir lüks, israf, zenginlik,  refah ve sefahat içinde yaşamak; Diğer insanları köle yapıp dünyayı cehenneme çevirmektir.
Dolayısıyla helâl yoldan kazanılmamış, alın teri, göz nuru, akıl-ilim ürünü ve bilek gücüne dayanmayan bütün zenginlikler bu iblis tarikatının lâğım çukurlarından biri mesabesindedir.
AKIL TUTULMASI VE FELÂKETE DAVETİYE
Ekim 2009’da tavan yapan “Domuz Gribi” doğal bir hastalık değil; Bizatihi övülmüş insan formundan lânetli maymuna iblâğ, akabinde mısmıl maymundan domuza ve tedricen de domuzdan tekrar insana dönüşen; Sur, Sayda, Sodom ve Gomore kıyılarından zuhur yaratıklar tarafından üretilmiş yapay bir mikrop, zehir (virüs) ve mazarrattı. Ebola ve Kuş Gribi de..
            Beş bin yıldır düzenli aralıklarla dünyayı kan gölü, cinnet kumkuması ve cehenneme çeviren din savaşları, haçlı seferleri, bilumum kanlı terör-tedhiş olayları, açık insan ticareti, örtülü kölelik, uyuşturucu, mafya ve fuhuş sektörü de bu lânetli melânetlerin işidir. İnsanlık adına zahir ortak akıl, uzlaşma kültürü ve demokrasi yerine; İnsanlık düşmanlığını şiar edinen ortak akılsızlık; Yüksek ideal, şükür, kanaat, iman ve itidal yerine yetersizlik, hırs ve ihtiras ile malûl bu yaratıklar; İnsan hakları, eşitlik, adalet, sevgi, hoşgörü, tolerans, diyalog, ahlâk ve demokrasi duygularından mahrumdur.    
            Mahrum oldukları her iyilik ve her bedii güzellik, yüreklerini karartıp, haram, yalan, talan ve sair bilumum dünya nimetlerine karşı iştahlarını kabarttığından dolayıdır ki; Bu haris bencillikleri, diğer dünya insanlarının üstüne kâbus gibi çöktü. Sonuçta ortaya çıkan menfur, melun, kan emici vampirler, kene ve yarasalardan müteşekkil bu lânetli topluluğun insanlık âlemine çok büyük kötülükleri oldu. Olanla da kaldı. Bu hainlik ve kötülükleri hâlâ sürmekte!
            Kısaca adına “emperyalist” diyebileceğimiz bu örgütlü hırsız, din tüccarı, arsız, yolsuz ve soysuz takımı, dünyanın her tarafında hüküm sürer. İnsanlığın bütün değer ve erdemleriyle hayâsızca oynar. Hak, hukuk, ahlâk, eşitlik ve adalet adına her ne varsa yok etmek için verdiği mücadelenin yanı sıra; Başta GDO, Hormon ve gökyüzünden bitki, insan ve bilumum canlı, cansız varlıkların üstüne ölüm iksiri döken, hastalık yağdıran NBC tandanslı kimyasallar dahi bu mel’un kâfirlerin, emperyalist Atlantis Rahiplerinin “kin ve kir kusumu” faaliyetidir.
            ASLA BUNUNLA YETİNMEZLER
            İnsanlık düşmanı, İslâm’dan önceki ekseri peygamberlerin katili, Kur’an-ı Kerim hariç tüm kutsal kitapların muharrefi bu Şeytani güruhun ülkemizdeki işlerinin başında 1890’dan itibaren gizlice, 1925 den beri de özellikle ve açıkça İngiliz, Fransız, Amerika ve Almanların kuklası olarak kullanılan Kürtleri (ve Kürt kisvesi altında Ermeni, Yunan, Yahudi ve sair, her türlü hainliğe hazır, kişiliksiz, nankör ve uşak ruhlu, akıl fukarası bilumum dönme, devşirme kompleksli kriptoyu) nihayetinde (bu gün) artık farklı bir faza çekerek; 35 yıldır bitirilmeyen.; Bilumum dâhili ve harici bedhahlarca “çok amaçlı olarak” kullanılan kontrollü müzmin terör belâmız PKK'yı Türkiye ile savaşan taraf olarak tanımlattırmak istemektedirler. 
            Bu arzu ve ihtiraslarının kökü/temeli ise, ta 330’lu yıllarda zahir İznik Konsüllüğüne ve Yahudi-Grek-Lâtin ittifakı ile kuvveden fiile tırmanan “Türk düşmanlığına” dayanır. Evet, ta o yıllarda Türk düşmanlığı! Sonra düzenli aralıklarla toplanan Konsül kongreleri ve nihayet 700 yıllarından itibaren İslâm ve 800’den sonra fanatik “Türk-İslâm” şirretliğine dönüşen bir furya. Akabinde Çrna Ruka, Bogomil (Hun, Avar, Bulgar ve Peçenek) Türklerine uygulanan tehcir, soy kırım ve katliamlar. Özellikle Çuvaş ve Bulgar Türkleri üzerinde dönemin Papalığı tarafından alçakça uygulanan asimilâsyon, “parçala/böl/yönet/yeni bir millet yarat” girişimi. Derken, aynı evrede vizyona konulan, Türk-Türkmen sınır boylarında mukim Türk’lerden bir “Kürt Ulusu” oluşturma plânları! 1200 yıllık bir proje bu. Şimdi, çift (altın) vuruşla ve Ermeni kıskacı kullanarak süreci sonlandırmak ve sonuçlandırmak istiyorlar. Derim özür’ü ile Ermeni diyasporasına kuyruk sallamanın, taviz ve ivaz mesajlarının arkasında bu olsa gerektir.    
            ERMENİ SOYKIRIMI YALANI
            Oysa, Taşnak ve Hınçakların iddia edip, çok edepsiz/şerefsiz bir yalan, komplo teorisi, sanal bir iddia ve iftira olarak ileri sürdükleri soykırım masalına bu güne kadar dünyada kimse inandırılamadı. Zoraki baskı, rüşvet, vaad ve tehditlerle aldırılan “soykırımı tanıma” kararları, bütünüyle düzmece, proje gereği ve Türkiye Cumhuriyetini parçalama plânının gereğidir. Bir takım gafil, cahil ve inadına kör aptallar tarafında sıkça dile getirilen 1071 (Türklerin Anadolu seferi) masalı da aynı menfur amaca matuf tiksindirici bir yalan, alçaklık ve iftiradır.
            TOPLU MEZARLAR NEREDE?..
            Eğer, söylenildiği şekilde 1915-1923 arasında bir Ermeni kıyımı yapıldı ve bazı lânetli hainlerin, dönme-devşirme ve kriptoların iddia ettikleri şekilde Bir Buçuk Milyon (1.500.000) Ermeni öldürüldü ise, bunların toplu mezarı nerede. Sarp-Silifke hattında bu güne kadar tespit edilen ve özenle açılan toplu mezarların tamamından, alçakça, hunharca şehit edilmiş, en adi, vahşi ve acımasız biçimde katledilmiş Türk ve Osmanlı vatandaşı Müslümanlar çıktı. Şu ana kadar bahse konu toplu mezarlardan bir tane bile haç, İncil, Tevrat, Zebur veya Kutsal Kitap çıkmadı. Bakınız bu konuda KKTC’nde Akademisyen olarak görev yapan, saygın bir bilim adamı, Araştırmacı – Yazar Prof. Dr. Ata ATUN ne diyor:
            PROF. DR. ATA ATUN
            “Kıbrıs sorunu konusunda uzman olan Prof. Dr. Ata Atun'un gerek Kıbrıs sorunu konusunda gerekse de Osmanlı Devleti döneminde Anadolu'nun doğu bölgelerinde 1915 yılında gerçekleştirilen Ermeni tehciri konusunda gerçekleri yansıtan İngilizce yayınları, gözden ve bilimden uzak tutulmaya çalışılmış gerçekleri göz önüne koyması ile bilinmektedir.
            Özellikle Ermenilerin 1 milyon 500 bin kişi katledildi iddialarını çürüten "Nerede bu toplu mezarlar. 150 adet futbol sahası büyüklüğünde, o dönemde kazma kürekle kazılması ve doldurulması gereken bu mezarlar nerede. Kimler, kaç bin kişi, hangi aletlerle hiç durmadan 155 gün boyunca söz konusu 150 mezarı kazabildi o günün teknolojik koşulları ile!..
Serebneritsa'daki Sırpların acımasızca katlettiği 8 bin Boşnak'ın toplu mezarları 3 kez yer değiştirilmesine rağmen bulundu. Peki neden, niçin ve nasıl bu sözde soykırıma ait toplu mezarların bir tanesi bile bulunmadı" açıklamasını Almanya'daki Würzburg üniversitesinde yapmasından ve konuşmasının YouTube'da yayınlanmasından sonra yazılarının yayınlandığı farklı sitelere ve şahsına ait olan "http://ataatun.org"  adresli sitesine sanal saldırılar artmış durumdadır…” Haydi, çıksın bir özür erbabı da, buna cevap versin, mukni belge göstersin.
            TÜRK, ATATÜRK VE CUMHURİYET DÜŞMANI VAHŞİ BATI  
            Osmanlının zevaliyle birlikte sinsice tohumları ekilen ve ilk kıvılcımları 1963’lerde filizlenip tetiklenen anarşi, terör ve tedhiş ile zaman zaman asker sayısı bir milyonun üstüne çıkan Türkiye silâhlı kuvvetleri, jandarma ve polisinin baş edememesi ve/veya ettirilmemesi çok tuhaf, hayret ve dehşet verici bir hakikattir. Bu halin 27 Mayıs 1960’dan sonra sahnelenen bir “danışıklı döğüş” olup olmadığı çok tartışılan bir konudur. Keza Jandarma, Polis ve asker dâhil olmak üzere bütün silâhlı kuvvetleri üzerine çöken utanç verici bir şaibedir.    
            İŞTE, AÇILIM VE ÇÖZÜM SÜRECİ DEDİKLERİ BUDUR
            Özellikle 12 Eylül’den sonra millet; Bu darbeci, bazen yolsuzluk, görevi ihmal, askeri ihalelere fesat karıştırma, rüşvet, hırsızlık ve suiistimal ile itham edilen silâhlı kuvvet başlarını “şaibeli himaye, yasa dışı yardım ve yatakçılıktan” hesaba çekilmesini beklerken.; 2004’den sonra tam tersi oldu. Malum eşhastan sırasıyla asker, polis ve diğer güvenlik unsur yetkilileri  “hükümete karşı darbe plânlamaktan dolayı” sorgulandı, yargılandı. Bunun adına kinayeten Ergenekon denildiğini görerek şımaran, ihanette gayrete gelen ve cesaretlenen.; El ekmeğine katık, düşman emellerine alet olan bu zavallı, aciz, meczup ya da hainler “bir kın'a iki kılıç girmez” atasözünü bilmeyen, içimizde yetişmiş hem de çok semizlettirilmiş olan bigâneler, ihanete kucak açan gafiller, gemi azıya almakta, atağa kalkıp açılımlar başlatmakta sakınca görmediler. Esas onlara cesaret verenler ise, 27 Mayıs 1960’dan 2002’ye kadar iktidar olan zevattı. Bir kısmı çifte vatandaş, bazıları kumarbaz, hırsız ve yolsuz olan bu siyasi mevtalar, pusuda yatan, ihanet için fırsat kollayan hainleri harmanlayıp, türlü çeşitli “Truva At’ları” üreterek Devletin bağrını hançerlemeye vesile oldular. İnatla, ısrarla ve Türk Milleti gaflete düşürülerek sürdürülen bu hainliğin son raddesi geldi. Bilesiniz ki; bir kılıç kırılacak.
ARTIK ZAMANI GELDİ
Ortada, yukarda bütün niteliklerini anlatıp, açıkladığım ve insanlığa karşı ihanetlerini örneklediğim emperyalist domuzlarla iştirak ve işbirliği sonucu binlerce cinayet, on binlerce saldırı, tahrip-tarumar, gasp-irtikap, yalancılık, nitelikli sahtekârlık, istismar, yolsuzluk, darp ve dolandırıcılık vakıası var. Ama bu mezalim, kalkışma ve kalleşçe saldırılara rağmen garip bir barış teranesidir tutturulmuş gidiyor. Tıpkı 1974 harekâtı ile Kıbrıs’a gelen ve yıllardır aralıksız süren BARIŞ’ı, sorun olarak algılayıp BARIŞ isteyen primitif türlerin kriptolukları misal; Sanki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında bir ayrılık ve gayrilik var gibi açılım, saçılım, çözüm ve çözülme teraneleri ile ayrımcılık, fitne-tefrika ve bölücülük yapılarak; Milli birlik ve bütünlük, huzur, düzen, intizam ve insicamın temeli sarsılmak isteniyor.
Üstüne üstlük, Cumhuriyetin temellerine yönelik tahrik, şer, şeamet ve kirli tefrikanın zebunu olan ülkelerde insan hakları, demokrasi, adalet ve hukuktan eser yok; Değil azınlıklar, asli unsurlar bile adaletten yoksun iken, bu güruh aynı umdeleri, bizi bölmek için en iğrenç bir biçimde kullanmaktan kaçınmamaktadır. Başta, pkk’nın patronu kalleş ABD, kancık AB ve diğer “dost maskeli, müttefik postlu” iki yüzlü, çoklu standartlı çete devletlerin yaptığı bu!..
DUR DEMEK ZAMANIDIR  
Şimdi Anadolu’da insanlar haykırıyor, Kanaat Önderleri vatanı, milli birlik, beraberlik ve bütünlüğü, Türk ili, Türk Dili, Türkiye Cumhuriyeti kardeşliği, Devleti ve Türk Bayrağını korumak, kurtarmak için çırpınıyor. Yeter artık!. Sözde 90 küsur muhalefet partisine rağmen yaşanan bu rezillik/iğrenç kisve altında sergilenen menfur oyun ve derin ihanetlere dur demek zamanı gelmedi mi? Daha ne kadar kalleşlik, kundakçılık, yağmacılık, çapulculuk, yolsuzluk, rüşvet, iltimas, hırsızlık, istismar ve suiistimal’e, görevi ihmal, din ticareti, siyaset simsarlığı, misyon tacirliği, cinayet, kurnazca ve canice emel projelerine müsamaha edilecek!..
VAKTİ ZAMANI GELDİ
Artık zamanı geldi. Türkiye’nin çevresine serpilmiş Kürtleri, Ermenileri, etniki eterya kalıntılarını anlarım. Zaten o ülkelerde demokrasi yok. İnsan hakları, adalet ahlâkı ve hukuk hak getire; Ekseriyeti azınlık, köle/kul, yanaşma/maraba/sığıntı statüsündeki bu zavallı, sefil, mağdur kalıntıların nüfus cüzdanları, seçme-seçilme, tapulu mülk edinme, özgür birey olarak yaşama, okuma ve kamu idaresine katılma hakları yok.
Batı Trakya, Bulgaristan, Sırbistan, Kuzey Irak, Rusya, Çin ve diğer pek çok insanlık düşmanı çete devletlerinde acı içinde kıvranan, bütün dünyanın gözü önünde ıstırap çeken; Afrika ve Asya’nın doğu bölgelerinde alçakça mezalime maruz yaşam mücadelesi veren Türk ve Müslüman kardeşlerimiz varken, bu neyin sarhoşluğu, küstahlığı ve alçaklığıdır?..  
Ama bu, ülkemizde ayrılıkçı unsurlara, yani Kürt kisvesi ardında alçakça, hunharca ve kalleşçe başkaldıran (Ermeni, Yunan, Yahudi ve sair) ihanet şebekelerine, dış güdümlü hain çete bozuntularına karşı elbette misliyle mukabele, hak ettikleri/müstahak oldukları derece ve düzeyde söz, siyaset ve yaptırımımız olmalı, olmak zorunda da!..
İhanet, kalleşlik ve hunharca saldırılar karşısında nefsi müdâfaa meşrudur.
Sonuçta bu “ortak akılsız, kifayetsiz muhteris ve ihanet şebekelerine karşı” Mevlâ bize akıl, fikir ve sabır versin. Türk Milleti meşru müdafaa hakkını kullanmak zorunda kalmasın.
Ne ikinci tehcir kanununu ve ne de ikinci istiklal marşını yazdırtmasın!.  
AMİN!...

25 Ağustos 2014 Pazartesi

MEZHEPLER YOK HÜKMÜNDE

MEZHEPLER YOK HÜKMÜNDE
Mustafa Nevruz SINACI
Ben İnsan ve Kültür Ocağı’nın Genel Başkanı iken (1999-2002), günün en liyakatli din adamları, kanaat önderleri ve bilim insanları ile uzun süre, “İnsan’ın istismarı mı, yoksa din’in istismarı mı daha kötüdür?” araştırması, incelemesi ve tartışması yaptık. Halkın yaşam alanlarına girdik, evlerine, işyerlerine, Stk’larına konuk olduk. Çeşitli inanç grupları, mezhep ve tarikat mensupları arasında gezindik ve hep aynı sorunun cevabını bulmaya çalıştık.  
Yaklaşık üç yıl süren araştırma (daha doğrusu soruşturma), bire bir mülâkat, seminer, sempozyum, sohbet ve konferans (Dr. Halûk Nurbaki, Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Ahmet Sonel, Prof. Hayrani Altıntaş, Prof. Bozkurt Güvenç, Prof. Kâzım Y. Kopraman, Prof. Kâmil Turan, Prof. Abdurrahman Güzel, Prof. İ. Orhan Türköz, Prof. Mustafa Erdoğan, Y. Bülent Bakiler, Vehbi Sınmaz, Behzat Şaşal ve daha pek çok bilim insanı ile yüzlerce bireysel obje) mülâkat ve konferans tutanakları; Yüksek Danışma ve Bilim Kurulu tarafından tam bir dikkat ve hassasiyetle incelendi. Ortaya çıkan “müteselsil karar ve uzlaşma” mutabakat metni şu:
“Rab, önce insanı yarattı. Sonra basitten mükemmele doğru ilerleyen ve daima önceki, sonrakini müjdeleyen (haber veren); Sonraki, öncekini tamamlayan, bütünleyen ve ileri doğru yeni ufuklar açan bir süreçle dini inzal ve inşa etti. Meratipte Yüce Yaratıcıdan sonra gelen en kutsal varlık insan; Ahseni takvim üzere yaratılmıştır. Eşrefi ‘en şerefli’ mahlûktur. Bu sıfatla “İnsan merkez varlıktır.” Evren İnsan’ın etrafında döner. İnsan ise nihayetinde Rabbine döner. Dolayısıyla insanın istismarı, ‘kul hakkı’na taalluk eden’ bilumum insanlık suçlarının tamamı ile birlikte; Suiistimal dâhil en ağır suç ve en büyük cezayı mülzem cürümdür.”
Not: 1. İlk İnsan ve ilk Peygamber Hazreti Âdem(SA)’den, son Peygamber (Hatem-ül Embiyâ) Muhammed Mustafa (SAV)’a kadar gelen yüzlerce ve/veya binlerce Peygamberin tamamının dini İslâm, kendileri Müslüman’dır. Sadece şeraitleri (hukuk, ibadet ve davranış biçimleri) Musevi, İsevi, Muhammedi vd., gibi kendi isimleri ile anılır.
Not: 2. Yüce Yaratıcı, hiçbir şekil ve surette “kul hakkı” kapsamına giren suçlara af ve mağfiret etmeyeceğini, ayette açıkça ifade; İnsanları şiddetle ikaz, kesinlikle men ve asla “kul hakkına tecavüz edilmemesini” tembih etmiştir. (Kapsama; Hayvanlara saygı, hak ve adaletle muamele, kötülüğü men ve doğal dengeyi koruma, dünyayı imar ve inşa görevi de dâhildir.)
Lâkin bu gün Türk-İslâm dünyası kan ağlıyor, insanlık âlemi vahşi bir tehdide maruz. 
Katliam ve vahşetin adı: İnsanlık düşmanlığı Mezhepçilik         
Arapça ‘Mezhep’ kelimesinin Türkçesi ‘gidilen yol’ demektir. Bu anlamda ‘Tarikat’ kavramıyla yakın bir anlam içerir. Yani, ‘Tarikat’ kelimesi ‘Yol’ anlamına gelen ‘Tarik’ sözcüğünün çoğuludur, ‘Yollar’ anlamına gelir. Arapçada ‘Parti’ anlamına gelen “Hizb” kelimesi de yine “Mezheb-Mezhep” kelimesi ile aynı köktendir. Hizb’ullah, Hizb’uttahrir, Hizb’i İslami gibi. Anlaşılacağı üzere: ‘Mezhep’ bir nevi ‘Hizb’, yani “Parti” demektir.
Bu yapay/sanal, uydurma ve zorlama nedeniyledir ki bu gün; Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler İslâm âleminin çıbanbaşı, kanayan yarası, ıstırap kaynağı ve dahi başının belâsıdır. Böylece, insanlık huzurlu olsun, adalet, refah, eşitlik, güvenlik ve saadet içinde yaşasın diye vahyedilen din; Tin tüccarları, Mezhep simsarları ve Cemaat Sahibi şeytanlaşmış ceberrutlar tarafından İnsanlık, doğal denge ve yaşam aleyhine kullanılır hale gelmiştir. Ne kötü!.. 
Peki, Dinin partisi olur mu? Hazreti Peygamberin Partisi-Mezhebi neydi? Üstelik bu taassubun bir de etnik yanı var. Meselâ Türk Dünyasının ekseriyeti, İmamı Azâm Ebu Hânife ve İmam Maturidî Türk olduğu için Hanefi Mezhebine dâhildirler. Abdullah bin Sebe türevi Şia Fars, Beni Kaynuka (Suudi) Yahudileri Vehhabi, diğer Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin neredeyse tamamı etnik kökenli olup; Hak Mezhep / Batıl Mezhep iddiası da yanlıştır.
Sonuçta: Tüm Mezhepler, sahte Tarikatlar ve organize Cemaatler yok hükmünde olup; İnsanlığa zararlı, Arı-duru, saf, salim ve hakiki İslâm’a mugayir ve mülgadırlar. Kaldı ki, ilk Mezhep Hz. Peygamberden 200 yıl sonra ortaya çıkmış; İttihat ve tevhid dininin kitabında bu günkü anlamda bir mezhebe işaret edilmemiştir. 
İslâm ehlisünnet vel cemaat üzre kaimdir.

6 Mayıs 2014 Salı

555K OLAYI VE 27 MAYIS TÜRK BAHARI!... (TURUNCU DEVRİM)

555K OLAYI & TÜRK BAHARI 
(5. ayın 5’i, saat 5’de Kızılay’da buluşalım)
05 Mayıs 1960
5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylemi. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil itaatsizlik" eylemi olarak da anılır.
28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda iki öğrencinin hayatını kaybetmesi ülkedeki ortamı iyice germişti.DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu.
Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?”
21 Mayıs'ta bu kez Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclis'e sunulacağını kamuoyuna duyurdu.
Yürüyüşten kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi gerçekleşti.,
555K NEDİR?
Önerge Darbeyi Getirdi
1959 yılı iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler açısından son derece gergin geçmişti. Bu gerginlik 1960'a girildiğinde bir türlü yumuşamak bilmediği gibi daha da sertleşmeye yüz tuttu. 7 Nisan'da DP Meclis Grubu bir bildiri yayımladı.
Bildiride CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı öne sürüldü. Bu bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı'na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verdi.
Önerge 18 Nisan'da Meclis'te büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yasaya göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı.
Öğrenci Olayları Tırmandı
Muhalefet ve basını soruşturmak için Tahkikat Komisyonu kurulması ülkede geniş yankı yaptı. Komisyon görevine başlar başlamaz, Ankara ve İstanbul'da öğrenciler protesto gösterileri düzenlediler. 26 Nisan'da İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri baskıları protesto ederken, 28 Nisan'da da öğrenciler merkez binada bir toplantı düzenlediler. Güvenlik güçlerinin toplantıya müdahale etmesiyle olay çıktı.
Üniversite içinde başlayan çatışma Beyazıt Meydanı'na taştı. Buradaki çatışmada Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz aldığı bir kurşun yarasıyla hayatını kaybetti. Olaylar nedeniyle Ankara ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi ve gece sokağa çıkma yasağı kondu, ancak öğrencilerin gösterileri durmadı.
Parola Ters Tepti
30 Nisan'da İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen protesto gösterileri sırasında Nedim Özpolat adlı bir başka öğrenci hayatını kaybetti. 28-29 Nisan gösterilerinden sonra bu kez DP yönetimi, 5 Mayıs günü saat 5'te , Ankara'da Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeye karar verdi.
Buna göre iktidar partisine mensup gençler, Kızılay Meydanı'nda, Meclis'ten çıkıp Çankaya 'ya gidecek olan Celal Bayar ve Adnan Menderes'i alkışlayıp destekleyeceklerdi.
Ama iktidara karşı olan gençler de plandan haberdar oldular ve 555K (5'inci ayın 5'inci günü saat 5'te Kızılay Meydanı'nda) parolasını geniş bir öğrenci kitlesine duyurdular. 5 Mayıs günü iktidara karşı olan gençler, Kızılay'a akın ederken, iktidarı destekleme amacıyla Kızılay'a gelen DP yanlısı gençler azınlıkta kaldı.
Saat 6 civarında meydana gelen Bayar ve Menderes burada çok büyük protestolarla karşılaştı. Hatta bazı göstericiler Menderes'i tartakladılar. Menderes bir gazetecinin arabasına binerek meydandan güçlükle uzaklaştırıldı.
Harp Okulu'ndan İlk İşaret
Ordu içinde de on yıllık DP iktidarına karşı alttan alta başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkca belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan'daki gösteriler sırasındaki öğrenci-ordu dayanışması dikkat çekiciydi.
Ankara'daki 5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup göndermiş ve ülkenin içinde bulunduğu bunalımdan çıkış için bazı önerilerde bulunmuştu.
21 Mayıs'ta bu kez Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclis'e sunulacağını kamuoyuna duyurdu.
Ancak bu açıklama darbecileri daha önce almış oldukları yönetime el koyma kararından vazgeçirmedi. Geniş bir kesim de ordunun yönetime el koymasını sabırsızlıkla bekliyordu.
Ve Asker Yönetime El Koydu
Menderes'in Tahkikat Komisyonu'nun CHP hakkında verilen önerge hakkındaki çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27 Mayıs 1960'da başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel'in yaptığı ve Milli Birlik Komitesi adı altında toplanan bir subay grubu, emirleri altındaki askeri birliklerle birlikte Ankara ve İstanbul'daki bazı önemli yerleri ele geçirdi ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime doğrudan el koyduğunu açıkladı…
27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır" deniyordu.
Menderes İdam Edildi
Toplam 202 oturum yapılırken, binin üzerinde tanık dinlendi. DP'nin önde gelenlerinden 31 sanık ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken, 418 sanığa altı ayla 20 yıl arasında değişen çeşitli hapis cezaları verildi. 123 sanık beraat etti. Beş sanık hakkında dava düştü.
16 ay boyunca Yassıada'da kalan Adnan Menderes, hakkında açılan 6 davadan birinde beraat ederken, diğerlerinden mahkum edildi. Yüksek Adalet Divanı Menderes'in de bulunduğu 15 kişiyi idama mahkum etti.
MBK bunlardan sadece Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun kararlarını onayladı. 65 yaşını geçmiş olan Bayar ile oy çokluğuyla ölüm cezasına çarptırılan öteki 11 sanığın cezaları ömür boyu hapis cezasına dönüştürüldü.
Polatkan ve Zorlu'nun cezası 16 Eylül'de, Menderes'in cezası ise kararın açıklanmasından bir gün önce intihar girişiminde bulunduğu için tedavisi tamamlandıktan sonra 17 Eylül'de infaz edildi.
38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi üyelerinin 5'i general, 8'i albay, 7'si yarbay, 10'u binbaşı ve 8'i yüzbaşı idi. Komite, izleyen günlerde Türkiye'nin siyasi yaşamına egemen oldu ve 25 Ekim 1961'e kadar görevini sürdürdü.
Tarih tekerrür eder mi?
TAHA KIVANÇ (YENİ ŞAFAK)
"Türban yasağının medyadaki savunucuları hafta sonu karşıt eyleminin '222A' adıyla yapıldığını duyunca ayılacaklar mı acaba?"
Zihnime takılan bu soruya dün gazete sayfalarında cevap aradım. Bir-iki zaten demokrat yazar dışında, bugüne kadar kendisini 'demokrat' olarak tanıyalım diye yapmadığı numara kalmamışlar arasından 'ironi'ye dikkat çeken ve "Benden bu kadar" diyen tek kişiye rastlamadım. Demek ki, '222A' arkasından da benzer bir 'olay' gelse gıkları çıkmayacak...
Bizde 'tarihin tekerrür ettiğine' dair inanç tamdır. Rahmetli Mehmet Akif, "Hiç ibret alınsa tekerrür mü ederdi" diye sormuş ya, biz de kabulün gerçekliğine bir kez inanmışız. Bu sebeple de 'gez-göz-arpacık' gibi 'determinist' bir yaklaşıma sahibiz: 'Gerici bir ayaklanma' olarak yansıtılabilecek herhangi bir girişim, ardından karşıt kitle eylemleri ve sonunda da o meşum olay, darbe!
31 Mart vakası 'gerici ayaklanma' idi, ardından Hareket Ordusu İstanbul'a girdi ve iktidar el değiştirdi. Demokrat Parti'nin 'Tahkikat Komisyonu' kurması bir 'gerici girişim' sayıldı; ardından 28 ve 30 Nisan karşı kitle hareketleri ve '555K' olayı geldi, sonra da 27 Mayıs oldu... Dizin 28 Şubat'a kadar uzatılabilir: Televizyonlardaki görüntüleri 'gerçek' sayıp 'bir dakika aydınlık' eylemleri yaptılar, 28 Şubat gerçekleşti...
Şimdi de aynı dizinin tekerrür etmesi bekleniyor. 27 Mayıs'ın '555K' eyleminin benzeri olarak sahneye konulan karşı kitle eylemi sonrası için geri sayıma başlayanlar herhalde vardır. '555K' eyleminden 22 gün sonra askerler yönetime el koymuştu 1960'ta.
'555K' eylemi nedir mi?
İlkokul sonrası başlayıp üniversite bitene kadar 'Devrim Tarihi' dersi okutulan Türkiye'de 27 Mayıs öncesinin en önemli olaylarından birini bilmeyenler çıkması tuhaftır, ama yine de normal karşılamamız lâzım. Bazı noktaları zihinlere sokmak için her yıl tekrarlatanlar, bazılarını da unutulmaya terk ediyorlar. '555K' unutulmaya terk edilenlerden...
İnternet ansiklopedisi Wikipedia '555K' olayını şöyle anlatıyor: "555K, 5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5'te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem Cumhuriyet tarihinin ilk 'sivil itaatsizlik' eylemi olarak da anılır. 28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda iki öğrencinin hayatını kaybetmesi ülkedeki ortamı iyice germişti. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in 'Ne istiyorsunuz?' sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp 'Hürriyet istiyoruz!' demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: 'Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?' 555K eyleminden 3 hafta sonra 27 Mayıs İhtilali gerçekleşti."
Olayın pek çok görgü tanığı var, bazısı gördüğünü kitaplaştırdı da. Olayın üç aşağı beş yukarı Wiki tarafından aktarıldığı biçimde geçtiği söylenebilir. Menderes göstericiler içerisine girer. Kendinden emindir. Ancak orada toplananlar da ne yaptıklarını ve niçin yaptıklarını bilmektedirler. Karşılıklı restleşmeler yaşanır ve bir delikanlı başbakanın yakasına yapışır.
O delikanlının kim olduğu tartışmalıdır işte. Çoğu kişi "Deniz Baykal'dı" derken, başka isimler veren de çıkmıştır. Doğru veya yanlış, o olaydaki rolü Deniz Baykal'ı bugüne kadar izlemektedir.
50 yıl önce olan bir olaya ismi karışan birinin isminin bugün de pek farklı olmayan bir olayda anılmasındadır gariplik... '555K' eylemi ile '222A' eylemi arasında derhal kurulması beklenen süreklilik görüntüsünü sağlayan nedir sizce? Rakam ve harften oluşan bir şifre mi, yoksa Deniz Baykal ismi mi?
Bizde sürekliliği sağlayan başka benzerlikler de bulunabilir.
27 Mayıs öncesinde Türk basınında yeni filizlenmeye başlayan bazı isimler bugün ağır yazar konumundalar. Çoğu 80'li yaşlarını sürdürüyor, bazısı 80'ine merdiven dayamış durumda... Onların 27 Mayıs öncesi yazdıklarıyla bugün hâlâ korudukları sütunlarında yazdıkları arasında da müthiş benzerlikler bulunuyor. Kimleri kast ettiğimi herhalde anlamışsınızdır; okuyun yazdıklarını, gözlerinizi kapatıp 27 Mayıs öncesine zihinsel bir yolculuğa çıkın; evet, o zaman da benzer şeyler yazmışlardı...
Tarihi tekerrürden ibaret sayıyor bazıları. Evet, yakın zamana kadar öyleydi, tekerrür ederdi. 'Zamanın ruhu' ve 'egemen siyasi akıl' eskisinden değişik bugün. İnşallah avuçlarını yalayacaklar...
Yakın tarihimizin utanç veren olayları: 
27 Mayıs Darbesi, 1960
Ali Necati Doğan
Utanmasını bilmeyen bir millet, hata yapmaya mahkûmdur...
27 Mayıs Darbesi, 27 Mayıs 1960'ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askeri darbe olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca 27 Mayıs Askerî Müdahalesi, 27 Mayıs İhtilâli ya da 27 Mayıs Devrimi olarak da anılır. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koymuş ve yönetimi kısa bir süreliğine sürdürerek önemli revizyonlara imza atmışlardır. Darbeye doğru ilerleyen süreçte ülkenin içine sokulduğu karanlık duruma rağmen hiçbir darbe çözüm olarak düşünülemez. Dönemin tarihsel seyri dikkate alındığında bu olumsuz akışı kabullenebilmek tabiî ki mümkün değildir lakin yapılması gerekenin darbe olmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu darbe neticesinde 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi anayasa ve TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partiliyi tutuklattı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Paşa ve Kore gazisi Tahsin Yazıcı da tutuklananlar arasındaydı.
Milli Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın, eğer darbenin lideri kendisinden daha kıdemli değilse ordusuyla Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağını söylemesi üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel Milli Birlik Komitesi'nin başına getirildi. Bu darbenin daha sonraki yıllarda meydana gelen askeri darbelerden farkı, Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde yapılmamış olmasıydı; nitekim dönemin Genelkurmay başkanı da yönetime el koyan askeri güçler tarafından tutuklanmıştı. Bu özelliğine rağmen kalıcı olabilmesi ve önemli değişikliklere imza atabilmesi son derece ilginç bir durum oluşturmuştur.
27 Mayıs Askeri Darbesinin nedenlerine gelecek olursak; 1950'li yılların sonlarına doğru ordunun DP iktidarından memnun olmadığını duyan Adnan Menderes'in çevresine "Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim" dediği iddia edilerek ordu mensupları tahrik ediliyor olması gibi birçok neden sayılabilir. Lakin bu neden zaten ülkede yaşanılan baskı ve dikta yönetime dair oluşan tepkinin birikmesinin yanında zaten tüm anlamı ile rahatsız olan ordunun hareket almasında ki küçük bir etkidir. Yassıada Yargılamaları sırasında Refik Koraltan'ın avukatlığını yapan Hüsamettin Cindoruk, Mahkeme başsavcısının Menderes'e bu konuyu sorması üzerine Menderes'in “Efendim ben devleti idare ettim, yedek subaylık yaptım, kendi gücümü biliyorum. Bu ordu yedek subaylarla nasıl idare edilir. Bunu kim uydurmuş?” dediğini belirtmiştir. Kendisinin bu lafı söyleyip söylemediği kesin olarak bilinmemekle birlikte darbeyi hazırlayanların bu sözleri propaganda amacıyla kullandığı yönünde söylentilerde mevcuttur. Bu sözler 27 Mayıs'tan sonra da darbeyi meşrulaştırmak için kullanılmış mıdır bilinmez ama gerçekleşen bu darbeye dair ülkemizde hala net bir görüş yoktur. Bir kesim tarafından kahraman olarak anılan Demokrat Parti yönetimi, diğer bir kesim tarafından vatan haini olarak atfedilmektedir. Bu durumda darbeye dair birçok tartışmayı beraberinde getirmektedir.
Darbenin nedeninin Menderes hükümetinin uygulamaları ve çıkardığı yasalar olduğu, cunta yönetimi tarafından ileri sürülmüş, MBK; darbeyi, kardeş kavgasına son vermek ve bütün askeri darbelerde ileri sürüldüğü gibi laiklik ilkesine aykırı uygulamaları durdurmak için yaptığını belirtmiştir. Ayrıca kimi subaylar ve ülkenin önemli bir kesimi DP iktidarının Kemalist ve laik rejimi tehdit ettiğini düşünmekteydi. Bunların dışında, darbenin iktidarı geleneksel elit iktidar gruplarına (ordu ile siyasî bürokrasiye) vermek amacıyla yapıldığını öne süren kaynaklar da mevcuttur. Ayrıca başlangıç aşamasında sayılabilecek bir ekonomik kriz havasının da darbenin etkenlerinden olduğu belirtilmektedir.
Darbe öncesi döneme bakacak olursak DP anayasa ihlalleriyle suçlamaktadır. Adnan Menderes'in üniversite çevrelerine "kara cübbeliler" olarak hitap ettiği ve bunun yayınlanmaması için basına yasak koyduğu iddia edilir. Ayrıca diğer tüm olgularda olduğu gibi basın üzerinde yapılan yasaklama ve baskılarda zirveye ulaşmış, yandaş basın desteklenirken muhalif basın her türlü gayrı meşru yöntemle sindirilmiştir. Üniversite çevreleri ve bazı aydınlar ise ne yazık ki bukalemun misali iktidara yakın durmak maksadı ile tüm bu baskı ve dikta yönetim anlayışına destek verirler. İhtilalden bir ay önce İstanbul Üniversitesi'nde DP karşıtı bir eylem zorlukla bastırılır. Eylemi bastırmakla görevli askerlerin tutumu ordunun da DP'ye cephe aldığını göstermektedir. Bu olaya şahit olan Ali Fuat Başgil o an, gördüklerini şu şekilde değerlendirir; “Tamam dedim. Bu hareket orduya da sirayet ettiğine göre, artık Menderes Hükümeti gitmiştir.”
Tırmanan olaylardan ve huzursuz ortamdan muhalefet partisi CHP'yi sorumlu tutan Demokrat Parti'nin, 2 Ağustos 1958 tarihli bir Meclis grubu bildirisi şu şekildeydi:"CHP idarecileri, Meclis ve hükümetin meşruiyet ve istikrarını, şiddet yolu ile tahrip etmenin mümkün, hatta lazım olduğu kanaatini uyandırmaya müncer olacak, çok tehlikeli bir yola girmişlerdir"
Ayrıca dış politikada Menderes, iktidarının son yıllarında artık Marshall Planı kapsamında Amerika'dan daha fazla kredi alamadığını görülmüş ve Seydişehir Aluminyum ve İskenderun Demir-Çelik ve diğer sanayi projelerini kredilendirmek için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu amaçla Sovyetler Birliği'ne üst düzey ziyaretler yapılıp, ülkedeki sanayinin gelişmesi için Sovyetlerle yatırım antlaşmaları imzalanma hazırlığı yapılmaktaydı. Nitekim, Demokrat Parti'nin devamı olan ve "Demokrat Partisinin C Takımı", "Hışımlılar" ve "Müfritler" adıyla anılan Adalet Partisi, darbeden yıllar sonra yapılan seçimlerde 1965 yılında tek başına iktidara geldiğinde, Adnan Menderes döneminde projesi yapılıp da kredi yokluğundan gerçekleştirilemeyen bu projeleri Sovyetler Birliği'nden alınan proje kredileriyle bitirmiştir. Bu duruma göre ihtilalin arkasında başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve CIA’nin varlığı iddialarını ortaya atmıştır. Lakin Demokrat Parti döneminin tamamına bakılınca Türkiye’nin son derece şiddetli olarak ABD’ye yaklaştığı, ekonomik olarak tüm bağlantılarını ABD’ye bağladığı görülmektedir. Bugün ki ekonomik esaretin ilk halkaları Ogünlerde atılmış ve bu durum ülkenin aydın ve ilerici kesimleri tarafından son derece sert bir şekilde eleştirilmiştir.
Ülkeyi darbeye sürükleyen süreçte 27 Ekim 1957 seçimlerinin oldukça sert bir hava içerisinde yapılması da son derece etkili olmuştur. DP seçimler öncesinde yasal düzenlemeler yaparak, muhalefetin bütünleşerek seçimlere bir cephe halinde girmesini engellemiş seçimlerin sonucuna daha seçim olmadan müdahale etmiştir. Demokrasinin baskılarla sekteye uğratılması iddialara göre CHP'li seçmenlerin kütüklere yazılmaması ve bazı yerlerde sandıklarda seçim sonuçlarının bile değiştirilmesi ile devam ediyor. Seçim sonrasında Kayseri, Giresun, Çanakkale ve Samsun'da gösteriler yapılmış ve kavgalar yaşanmıştır. Gaziantep'te ise radyo ve gazeteler önce CHP'nin zaferini ilan etmiş fakat daha sonra "köyden gelen oylar" ile seçim sonucunu DP'nin zaferi olarak değiştirilmiştir. CHP'nin itirazı üzerine oy pusulaları Gaziantep Adliyesi binasına getirilmiş ancak Gaziantep Adliyesi oy pusulalarıyla birlikte yanmıştır. İsmet İnönü, bu usulsüzlükleri "Kütük Marifetleri" ve İçişleri Bakanı Namık Gedik'i de "Kütük Bakanı" olarak adlandırmıştır. DP hükûmeti bu "Antep hadisesi" haberlerinin yayınlanması daha öncesinde yasaklanan birçok yayın gibi yasaklamıştır. DP iktidar gücünü her daim iktidarın ve baskının devamını sağlamak için illegal bir şekilde kullanmıştır.
Seçim sonucunda ise DP oyların %47, 88'ini alarak yürürlükteki çoğunluk esasına dayalı seçim sistemi sayesinde 424 milletvekili çıkarmıştır. İsmet İnönü'nün başında bulunduğu CHP ise her türlü hile iddiasına rağmen %41, 09 oyla 178 milletvekilliği kazanmıştır. Seçim öncesi değiştirilen seçim sistemi ve seçim sürecinde yapılan illegal hareketler neticesinde temsili demokrasi işlevsiz bırakılmıştır. Seçimin diğer katılanları olan Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi ise dörder milletvekilliği kazanmışlardır. Muhalefetin toplam oy miktarı DP'yi geride bırakıyordu. Demokrat Parti, matematiksel olarak muhalefet partilerinin oyları karşısında azınlığın iktidarı konumundaydı. Seçimlerden sonra, siyasal ortamdaki gerginlik artarak devam etti. CHP yurt çapında destek görmeye başlamıştı. Bir önceki seçimde %35 olan oy oranını % 41'e yükseltmesi bunun göstergesiydi. Oysa DP 1954'te % 57 olan oy oranını % 47'ye düşürmüştü.
Darbeye götüren süreçte yaşanılan bir diğer olay ise Gizli komiteler ve Dokuz subay olayıdır. 1954'te İstanbul'da Dündür Seyhan ve Orhan Kabibay'ın kurduğu komiteye Faruk Güventürk, Ahmet Yıldız, Suphi Görsoytrak, Orhan Erkanlı ve Necati Ünsalan gibi genç subaylar katılmışlardır. Ankara'da ise Talat Aydemir, Millî Müdafaa Vekili Ethem Menders'in yaveri Adnan Çelikoğlu, Sezai Okan, Osman Köksal ve yandaşları ayrı bir komite kurmuşlardır. 1957'de de İstanbul ve Ankara'daki iki komite birleşmiştir.
Birleşik komite 27 Ekim 1957'de öngörülen seçimlerinde DP'nin kaybedeceğini varsayarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde zırhlı birlikler ile şeref tribünündeki DP'lileri tutuklayarak yönetime el koymayı planladı. Fakat seçimde DP kazandığı için darbe Şubat 1958'e ertelenmişti.
Bu arada 16 Ocak 1958'de komite üyesi Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu'nun ihbarı üzerine emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albay Naci Aşkun, Kurmay Albay İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı Ata Tan, Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat, Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu ve Kuşçu'nun kendisi başta olmak üzere 9 subay tutuklanmıştır. Yargılamalar sonucunda 8 subay beraat etmiş ve Kuşçu "iftira" suçundan mahkûm olmuş ve yapılan planlar rafa kaldırılmak zorunda kalınmıştır.
Tüm bu gelişmeleri takiben CHP'nin 1959 yılındaki XIV. kurultayında, ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu bazı değişiklikler için çaba gösterilmesi kararlaştırıldı. "İlk Hedefler Beyannamesi" adıyla hazırlanan bildirinin, 1961 Anayasası'nın temelini oluşturduğu ileri sürülür. Bildiri metnindeki başlıklar şu şekildeydi:1. Eşit Muamele, 2. II. Meclis, 3. Anayasa Mahkemesi, 4. Nisbi Temsil Usulü, 5. Yüksek Hakimler Şurası'nın kurulması, 6. Memurlar Kanunu'nun düzenlenmesi, 7. Baskıdan uzak tutulan bir basın rejiminin kurulması, 8. Üniversite muhtariyeti, 9. Sosyal Güven ve Sosyal Adalet esaslarının teminat altına alınması, 10. Yüksek İktisat Şurası'nın kurulması
Ülkede tüm bu gelişmeler ve sancılar yaşanırken 17 Şubat 1959'da Menderes'in başkanlığında Londra'daki Kıbrıs görüşmelerine gelen Türk delegasyonunu taşıyan uçak Londra yakınlarında bir ormana düşer. Bu uçak kazasından Menderes'in yara almadan kurtulması iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açsa da bu durum fazla sürmez. 1959'un Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıkar ve CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını takarlar.
29 Nisan'da İnönü Trikupis'i esir aldığı Uşak'ı "Büyük Taarruz"un ilk durağı olarak seçmiş ancak oraya ulaştığında taşlı saldırıya uğrayıp, başından yaralanmıştır. İçişleri Bakanının emriyle İnönü'nün gezisini engelleyen Uşak valisi İlhan Engin'e muhalif basın 'İktidarın "Uşak" Valisi' demeye başlamıştır. Tabiî ki bu söylem basına birçok yasaklama ve engelleme olarak geri dönecektir.
Ayrıca İnönü, Manisa ve İzmir'den sonra 4 Mayıs'ta İstanbul'a gelmiş ve Yeşilköy Havalimanı'ndan şehir merkezine giderken Topkapı'da önce trafik müdürü tarafından durdurulmuş ve sonra halkın saldırısına uğramıştır. Polisler ve askerler müdahale etmemişlerdir. Ancak o sırada Binbaşı Kenan Bayraktar'ın emriyle askerler müdahale etmiş ve İnönü kurtarılmıştır. Tüm olayların spontane bir gelişmemi yoksa iktidar tarafından yapılan bir planın bir parçası mı olduğu taraflar tarafından hala tartışılmaktadır.
O yıllarda birçok ilde CHP-DP arasında olaylar patlak vermiştir. 1960 başlarında basında sansür artmıştı, gazeteler sansür nedeni ile beyaz sayfalarla çıkıyordu. Cezaevleri tutuklu gazetecilerle doluydu. 2 Nisan 1960'ta Kayseri'ye gelen İsmet İnönü'nün treni, vali Ahmet Kınık'ın emriyle durduruldu. Kendisine İnönü'nün Himmet Dede Demiryolu İstasyonu'nda trenin durdurulması ve yolunun kesilmesi için emir verilmiş Binbaşı Selahattin Çetiner, "Sizin yolunuzu kesmek ve sizin Kayseri'ye gitmenize engel olmaktansa intiharı tercih ederim" sözlerini söylemiştir. Olaydan sonra emekli edilmiş; ancak Danıştay Kararı ile göreve iade edilmiş, daha sonra orduda Generalliğe kadar yükselmiş, 12 Eylül Darbesi sonrası kurulan hükümette İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Zorlukla yoluna devam eden İsmet İnönü'yü Kayseri'de 50 bin kişi karşılamıştır. Seçim öncesi meydana gelen bu olaydan dönemin Ulaştırma Bakanı sorumlu tutulmuş ve 27 Mayıs Darbesi'nden sonra hazırlanan 1961 Anayasası'na Millet Meclisi genel seçimlerinden önce Ulaştırma, İçişleri ve Adalet Bakanları çekilir(m. 109) maddesinin eklenmesinin sebebi olarak da bu olay gösterilmiştir.
Nisan 1960'ta TBMM'de gazete ve dergilerin "yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" faaliyetlerini inceleyerek meclise bildirmek için Ahmet Hamdi Sancar başkanlığında kurulan Tahkikat Komisyonu meclis ile ilgili bütün neşriyatı yasaklayınca DP-CHP ilişkisi daha gerginleşmiştir. CHP'lilerin konuşmaları basına yansımadan elden ele dolaşmıştır. DP yönetimi bu konuşmalarını "İhtilal beyannameleri" olarak adlandırmıştır.
18 Nisan 1960 günü Mazlum Kayalar ve Baha Akşit'in CHP'nin "yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" faaliyetleri olduğu gerekçesiyle meclis araştırmasına açılması yolundaki önerge karşısında İnönü şöyle konuştu; “Biz demokratik rejim dedik, bu rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp, baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır. Bu tedbire teşebbüs eden baskı tertipçileri zannediyorlar ki: Türk Milletinin Kore Milleti kadar haysiyeti yoktur.”
CHP Genel Başkanı uyarılarını sürdürdü. 27 Nisan 1960 günkü TBMM toplantısında İnönü tekrar Tahkikat Komisyonu'nu hedef alınca Meclis, İnönü'ye oniki oturum toplantılara katılmama cezası verildi. Kararı protesto eden CHP milletvekilleri Meclisten polis zoru ile uzaklaştırıldı.
27 Nisan 1960'ta Tahkikat Encümenlerinin görev ve yetkileri hakkında kanun teklifi konuşmasını yapan İnönü'ye Afyon milletvekili Murat Ali Ülgen: "Kürsüden ihtilal beyannamesi okudun paşam" demiştir.
Bu ara iktidara karşı tepkiler artarken 28 Nisan'da İstanbul'da 29 Nisan'da Ankara'da çıkan öğrenci olayları şiddetle bastırılmış, bu şiddet insanların tepkilerine neden olmuştur. İstanbul'da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polisin kurşunuyla öldürülmüştür. Bundan dolayı "Kanlı Perşembe" olarak anılmıştır. DP yönetimi bu illerde sıkıyönetim ilan etti. Öğrenciler hep bir ağızdan Gazi Osman Paşa'nın kahramanlığı için yazılan Plevne Marşı'nın değiştirilmiş hâli olan Olur mu böyle olur mu şarkısını söylüyordu: Olur mu, böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı?
Bu olaylarda polisler "Kahrolsun diktatörler", "Hürriyet isteriz" sloganları atan öğrencileri dağıtmaya çalışmışlardır. Ancak "Türk ordusu çok yaşa" sloganı atan öğrenciler ile askerler arasında dayanışma yaşanmış ve askerler polislerin teslim ettikleri öğrencileri serbest bırakmışlardır.
Harp okulu öğrencileri bir yandan Atatürk Bulvarı'nda sessiz yürüyüş yapmış ve öte yandan 20 Mayıs'ta Türkiye'yi ziyaret edecek Hindistan Başbakanı Nehru'yu karşılamak için Esenboğa'dan şehir merkezine gitmek için aynı arabaya binecek olan Menderes'i Nehru'nun yanından kaçırmayı planlamıştır. Ancak yabancı misafir varken bu tür hareketlere girişmenin dış dünyaya karşı olumsuz etki yaratacağı kanaatine varılarak plan reddedilmiştir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken 3 Mayıs 1960'ta Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel Milli Müdafaa Vekili Ethem Menderes'e bir mektup iletmiş ve Kara Kuvvetleri Kumandanlığı Karargâhına da veda mesajı göndermiştir. Gürsel'in veda mektubundan sonra liderini yitiren gizli örgüt, önce Genelkurmay İkinci başkanı Cevdet Sunay'a başvurmuş fakat olumlu yanıt alamayınca 1. Ordu ve sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek'e başvurmuş fakat ne olumlu ne de olumsuz yanıt alabilmiştir. Orhan Kabibay Kore'den tanıdığı "argo bir adam" olan Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı Tümgeneral Cemal Madanoğlu'nu önermiş fakat Madanoğlu şu şekilde tereddütünü dile getirmiştir: ‘Ulan biliyorsun bende t……. var, kafa yok.’ Orhan Kabibay, düşünmek için 24 saat izin vermiş ve süre dolduğunda Madanoğlu şu yanıtı vermiştir: ‘Ulan, erkeklik öldü mü, örgütünüze girmeyi kabul ediyorum!’
Dönemin diğer büyük kitle olayı ise 555K diye anılan ve 5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil itaatsizlik" eylemi olarak da anılır. 28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda öğrencilerin hayatını kaybetmesi ve Turan Emeksiz isimli öğrencinin ölmesi ülkedeki ortamı kutuplaşmaya sürükledi. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreyya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz?” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz!” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?” aktarılan bu anekdot farklı isimlerle özdeşik olarakta anlatılmaktadır. Bu olayın gerçekleşip gerçekleşmediği veya kimler arasında olduğu hala tartışılmaktadır.
Adnan Menderes, 28-29 Nisan ve 5 Mayıs olaylarından sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan "Kara Cübbeliler" olarak söz etmeye başlamıştır. Bu olay birçok kesimle sorun yaşayan Menderes’in akademik çevreye karşı olarakta artık sert bir tavır aldığının göstergesidir.
Millî Birlik Komitesi iktidarı
Alınan kararlar neticesinde Başkent Ankara'yı ele geçirmek için Tümgeneral Selahattin Kaplan komutasındaki 28. Tümen, Tuğgeneral Yusuf Demirdağ komutasındaki Zırhlı Eğitim Merkezi (Etimesgut), Süvari Yarbay Reşit Çölok komutasındaki 43. Süvari Alayı, Binbaşı Hakkı Bozkaya komutasındaki Tank Taburu (Harp Okulu arkası) gibi birliklerin ikna edilmesi ya da etkisizleştirilmesi gerekirdi.
23 Mayıs Pazartesi, harekât tarihi 25 Mayıs 1960 olarak kararlaştırılmış ve parolalar belirlenmiştir. Zamanında gerçekleşirse "Dündar Seyhan'ın oğlu sınıfını geçti.", ertelendiği takdirde "Dündar Seyhan'ın oğlu bütünlemeye kaldı." 27 Mayıs 1960 sabah saat 3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3.30'da tanklar hareket etti. Saat 4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile harekât bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi.
İlk olarak Tuğgeneral Yusuf Demirdağ evinden alınıp Harp Okulu'na getirilmiş ve nezarethaneye kapatılmıştır. Bundan sonra Refik Koraltan getirilmiştir. 2. Ordu komutanı Orgeneral Suat Kuyaş da enterne edilmiştir. Celal Bayar Çankaya Köşkunde Veteriner Tuğgeneral Burhanettin Uluç, Topçu Yarbay Abdullah Tardu, Kurmay Albay Sami Küçük tarafından gözaltına alınmıştır. Bu arada komite üyelerinden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı Kurmay Albay Osman Köksal da yanlışlıkla içeriye kapatılmıştır.
Adnan Menderes Eskişehir'den Konya'ya gitmek üzere Kütahya'ya geçtiğinde Keşif Tabur komutanı Agasi Şen ve Binbaşı Muhsin Batur tarafından gözaltına alınmış ve Ankara'ya getirilmiştir. Darbenin ilk günü, Bayar, Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ve diğer hükümet üyeleri Harp Okulunda, tutulmuşlardır.
Cemal Gürsel, İstanbul Yeşilköy Askerî Havaalanı'ndan kalkan C-47 ile İzmir Karşıyaka Bostanlı'daki evinden alınıp saat 11.30'da Ankara'ya Harp Tarih binasına gelmiş ve saat 16'da radyoda konuşma yapmıştır.
27 Mayıs 1960’tan, seçimlerin yapılarak normal yaşama geçildiği 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen süre, askerin Milli Birlik Komitesi (MBK) eliyle cunta olarak iktidarda olduğu dönemdir. Bu dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasal bütün hak ve yetkileri 38 subaydan kurulu MBK’nin eline geçmiştir. MBK ülkeyi yayımladığı tebliğlerle askeri cunta olarak idare etmiştir.
3 numaralı Tebliğ ile her türlü siyasi parti neşriyat ve faaliyetleri, gösteri yürüyüşleri ve her türlü toplantı yasaklanmıştır. MBK faaliyetlerinin aksamaması için telsiz ve telefon görüşmelerini kısıtlayan 4 ve 5 numaralı Tebliğlerden sonra, ordunun görevini açıklayan 6 numaralı Tebliğ yayımlanmıştır. 6 numaralı Tebliğin ilk fıkrasında, “Türk Ordusu bir kere daha tarihi bir vazife karşısında bulunuyor. Bu vazife; dâhilde memleketi buhran ve felakete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır” demektedir.
Aynı şekilde 13 ve 32 numaralı Tebliğlerde bu darbenin yapılış gerekçeleri şöyle yer bulmuştur; “Biz vatandaşları birbirine düşürecek bir kardeş kavgasını önlemek için bu işe giriştik”. “Milli İnkılâp, hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin lehine yapılmış bir hareket değildir. Muhterem halkımızın, köylü ve işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetinin teminatı, iktisadi kalkınması, ana prensibimizdir. Vatandaşların hususi işlerinde ve her türlü çalışma yerlerinde, kardeşlik duyguları ve huzur içinde bulunmaları esastır.”
27 Mayıs sabahı, Askerler; İstanbul Üniversitesi'nden Sıdık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şenşoy, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı ve İşmet Giritli'yi askeri bir uçakla Ankara'ya getirmişlerdir. 28 Mayıs günü komisyona Ankara'da iştirak eden Muammer Aksoy, İlhan Arsel ve Bahri Savcı ile birlikte yeni bir anayasa taslağını hazırlamak için çalışmalara başlamışlardır. Başkanlığına getirilen Sıddık Sami Onar'ın adıyla "Onar Komisyonu" olarak anılmıştır.
Millî Birlik Komitesi, DP'liler hakkında daha sonradan büyük tartışmalara sebebiyet veren bazı haberler yaymaya başlamıştı. MBK, Demokrat Partililerin yurtdışına kaçarken yakalandığını ve beraberlerinde 12 uçak dolusu altın, mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandığını iddia etti. Komite ayrıca 28 Nisan - 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce gencin öldürüldükten sonra kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömüldüğünü ve bir kısmının hayvan yemi yapılan makinelerde kıyılarak toz haline getirildiğini öne sürmüş ve bu gençler"Hürriyet Şehitleri" olarak adlandırılmıştır. 2 Haziran 1960’ta İstanbul Üniversitesi rektörü Sıdık Sami Onar, Üniversitesi Yönetim Kurulu'nun memleketi hürriyete kavuşturmak için şehit düşenler adına anıt inşa etmeye karar verdiğini açıklamıştır. 3 Haziran'da “MBK Hürriyet Şehitlerimizin tesbiti işine Silahlı Kuvvetlerimizin idareyi aldığı andan itibaren ehemmiyetle devam edilmektedir” diyen bir tebliğ yayınlamıştır. Fakat gençlerin cesetleri hiç ortaya çıkmayınca, 9 Haziran'da Sıddık Sami Onar “Naaşları belki bulamayacağız ama ölülerimiz vardır.” diye konuşmuştur. 10 Haziran'da 28 Nisan olayının kurbanı Turan Emeksiz, tanktan düşerek ezilen İstanbul Lisesi öğrencisi Nedim Küçükpolat, 27 Mayıs'ta kaza kurşunuyla ölen Harp Okulu öğrencisi Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey ve Sökmen Gültekin'in naaşları Anıtkabir'deki "Hürriyet Şehitliği"ne nakledilmiştir.
MBK üyelerinin kimlikleri 18 Haziran 1960'ta açıklanmıştır. Yurt dışında bulunan gizli komite mensupları Dündar Seyhan, Talat Aydemir, Sadi Koçaş komiteye girmemişlerdir.
Milli Birlik Komitesi üyeleri
GÜRSEL, Cemal Orgeneral M.B.K. Başkanı. ACUNER, Ekrem, Kurmay Albay İstanbulda doğmuştur. 1935 yılında Harp Okulunu bitirmiş. Genel Kurmay Başkanlığında Şube Müdürü iken, devrim hareketine katılmıştır.
AKSOYOĞLU, Refet, Kurmay Yarbay, Üsküdarda doğmuştur. Genekurmay Lojistik Başkanlığında vazifeli iken devrim hareketine Ankara’dan katılmıştır.
ATAKLI, Mucip, Kurmay Yarbay, Erzurumda doğmuştur. Devrim hareketine Eskişehirde katılmış ve eski Başbakan Menderesin tevkifinde önemli rol oynamıştır.
ÇELEBİ, Emanullah, Kurmay Yüz. başı, Yalova’da doğmuştur.Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ERSÜ, Vehbi, Kurmay Binbaşa Erzincan’da doğmuştur. Ankara nümayişleri sırasında Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüçün "vur" emrini dinlememiştir. Devrim hareketine süvari grup komutanı olarak katılmıştır.
GÜRSOYTRAK, Suphi Kurmay Binbaşı Ankara’da doğmuştur. Kore’de bulunmuştur. Harp Akademisi öğretmeni iken devrim hareketine katılmıştır
KARAMAN Suphi, Kurmay Yarbay, Bayburt’ta doğmuştur, Genelkurmay Personel Dairesinde iken devrim hareketine katılmıştır.
KAPLAN, Kadri, Kurmay Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine Ankara’da katılmıştır
KARAVELİOĞLU, Kâmil, Kurmay Yüzbaşı, Akseki’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
KOKSAL, Osman, Kurmay Albay, Selanik’te doğmuştur. Kore’de bulunmuş. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı iken devrim hareketine katılmış ve eski Cumhurbaşkanı Bayar’ın yakalanmasında bulun muştur.
KUYTAK Fikret, Kurmay Albay, Ankara’da doğmuştur. Devrim günü Menderes ve Polatkan’ı hava alanından alarak Harp Okuluna getirmiştir.
KÜÇÜK Sami, Kurmay Albay, Dramada doğmuştur. 1954’te Tokya Askeri İrtibat Bürosunda bulunmuş, Madrit ataşemiliterliği yapmıştır. Devrim hareketinde fiilen bulun, muştur.
OKAN, Sefcai, Kurmay Yarbay, İstanbulda doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZDİLEK, Fahri, Orgeneral, Bursada doğmuştur. Devrim hareketinden önce, İstanbul Sıkıyönetim komutanlığından bulunmuş, devrim hareketine İstanbulda katılmıştır. Devrimden sonra Millî Savunma Bakanlığı ve Başbakan yardımcılığına getirilmiştir.
ÖZGÜNEŞ, Mehmet, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZGÜR, Selâhattin, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur, Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZKAYA, Şükran, Kurmay Binbaşı, Antalya’da doğmuştur. Devrim hareketi sırasında Davut paşa zırhlı tugayında bulunuyordu. İstanbul sonuçlarının çabuk alınmasında önemli rol oynamıştır.
TUNÇKANAT, Haydar, Kurmay Albay, Bandırmada doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ULAY, Sıtkı, Tuğgeneral, İzmir’de doğmuştur. Mısır ihtilâli sırasında Kahire’de ateşemiliter olarak bulunmuştur. Harp Okulu Komutanı iken devrim hareketine katılmış ve Çankaya Köşkünü kuşatmıştır. Devrimden sonra, Ulaştırma ve Devlet Bakanlıkların, da bulunmuştur.
YILDIZ, Ahmet, Kurmay Binbaşı, Sürmene’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmış, devrimden sonra Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde bulunmuştur.
YURDAKULER, Muzaffer, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
MADANOĞLU Cemal, Korgeneral, Eşmede doğmuştur. 1924 yılında Harp Okulunu bitirmiş. 1954 yılında general olmuştur. Devrim hareketinin plânlaştırılmasında önemli rol oynamış 27 Mayıs 1960 günü, İzmir’de bulunan Cemal Gürsel’in Ankara’ya gelmesine kadar, Millî Komitenin başkanlığını yapmıştır. Komite üyeliği ile birlikte, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığını da üzerine almıştır.
AKKOYUNLU, Fazıl Binbaşı, Yozgat’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
BAYKAL, Rıfat, Yüzbaşı, İzmir’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ER Ahmet, Yüzbaşı, Akhisar’da doğmuştur. Devrim hareketine-fiilen katılmış, 13 Kasım 1961 de Komiteden affedilmiştir.
ERKANLI, Orhan, Kurmay Binbaşı, Kırşehir’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ESİN, Numan, Kurmay Yüzbaşı, Biga’da doğmuştur. Devrim hareketinde Ankara’da vazife görmüş, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
KABİBAY, Orhan, Kurmay Yarbay, Üsküdar7da doğmuştur. Devrim hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
KAPLAN, Kadri, Kurmay Yarbay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 ta Komiteden affedilmiştir.
KARAN, Muzaffer, Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
KÖSEOĞLU, Münir, Binbaşı, Sakarya’da doğmuştur. Devrim sabahı İstanbul radyosunu ele geçirmiştir, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ÖZDAĞ, Muzaffer Kurmay Yüzbaşı, Pınarbaşı’nda doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
SOLMAZER, İrfan, Yüzbaşı, Gönen’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 ta Komiteden affedilmiştir.
SOYUYÜCE, Şefik, Binbaşı, Sivas’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
TAŞER, Dündar, Binbaşı, Gaziantep’te doğmuştur. Devrim hareketine Ankara’da katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
TÜRKEŞ, Alpaslan, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Kara kuvvetleri NATO Dairesinde şube müdürü iken devrim hareketine Ankara’dan katılmış Ankara radyosunda Türk Silâhlı Kuvvetleri adına ilk konuşmaları yapmıştır. Devrimden sonra Başbakanlık müsteşarlığında bulunmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiş, Delhiye müsteşar olarak gönderilmiştir.
BAŞTUĞ, İrfan, Tuğgeneral, Van’da doğmuştur. 1929’da Harp Okulunu bitirmiş.1956 da Korede bulunmuştur. Genelkurmay Personel Başkanlığında vazifeli iken devrim hareketine katılmıştır. Devrimden sonra Ankara valiliğine getirilmiş, 2 Eylül 1960 tarihinde bir otomobil kazasında ölmüştür.
Yassıada
27 Mayıs sonrasında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes, hükümet üyeleri ve aralarında Milli Mücadele'nin önemli komutanlarından Ali Fuat Cebesoy'un da olduğu Demokrat Parti milletvekilleri, parti yöneticileri, asker ve bazı üst düzey kamu görevlileri tutuklanarak Yassıada'ya götürülmüşdür. Burada tutuklulara ağır işkence ve kötü muameleler yapıldığı iddia edilmiş ve tabiî ki bu hususta taraflar arasında büyük tartışmalara sebep olmuştur, neticede hala net bir fikir bulunmamaktadır, her iki tarafta olaylara kendi penceresinden bakmaktadır. Bu kötü muamele ve işkence neticesinde Cemil Keleşoğlu ve Namık Gedik'in intihar ettiği dahi ileri sürülmüştür. Hatta DP avukatlarından Hüsamettin Cindoruk, Namık Gedik'in intiharının dahi şüpheli olduğunu iddia ederek; Namık Gedik'in intiharında fiziki zorluk olduğunu savunmuştur.
Yassıada tutuklularından eski DP milletvekili Gıyasettin Emre, başına gelenleri şu şeklide anlatmaktadır; “Askerî havaalanında uçaktan indiriliyoruz. Sille tokat, tekme, küfür... Yemekte konuşamıyorduk. Konuştuğu için dayak yiyen çok oldu. Her sabah kumlu pırasa, akşam da taşlı fasulye veriyorlardı.”
Tutukluluk süresinde; Yusuf Salman, Lütfi Kırdar, Gazi Yiyitbaşı, Yümnü Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz hayatlarını kaybettiler. Fakat, 18 Haziran 2009 tarihli Ceviz Kabuğu programına internetten e-posta ile katılan O dönemin Harp Okulu öğrencilerinden Koray adındaki bir öğrenci şunları yazdı; “Namık Gedik kaçmaya çalıştı. Pencereden atladı. Fakat, pencere camlıydı. Camlar vücuduna sıçrayınca kanamaya neden oldu ve yaşamını yitirdi.”
14 Ekim 1960'ta başlayan Yassıada davaları, 11 ay 1 gün sürerken, 203 gün davalara bakıldı ve 872 oturum yapıldı. 19 davaya bakılırken, 1068 tanık dinlendi ve yargılamalar hükmün açıklandığı 15 Eylül 1961 tarihinde son buldu. Sivil ve askerlerden oluşan Yassıada mahkemelerinde yargılanan siyasîler; vatana ihanet, kamu fonlarının kötüye kullanımı, Kırşehir'in ilçe yapılması, meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklik, Meclis oturumlarının yayına engel olunması, CHP'nin mallarına el konulması, Tahkikat komisyonu oluşturmak, hakim teminatı ve mahkeme bağımsızlığının ihlali gibi konularla toplam 19 dava açıldı, davalar anayasayı ihlal davasıyla birleştirildi.
Yassıada spor salonunda gerçekleştirilen davalardan birinin konusu ise 6-7 Eylül Olayları'nın DP hükümetince çıkartıldığına dair suçlamadır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuad Köprülü, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, Emniyet müdürü Alaaddin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Selanik başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve diğerleri Selanik'te Atatürk'ün evinin bombalanması ve Rum azınlığın evlerinin yağmalanmasının organizasyonunu yapmakla suçlanıp, 5 ile 10 yıl ağır hapis, kamu hizmetlerinden sürekli men cezası istenildi. Savunma Türk hükümetinin tertip etmesi asla doğru değildir denilerek yapıldı. Bayar beraat ederken, Menderes ve Zorlu 6 yıl hapis, diğerleri 4 ay hapis cezası aldı.
Bir diğer dava "Bebek Davası"sı olup sanıklar Adnan Menderes ve Fahri Atabey'dir. Cemal Gürsel tarafından gizli celse olarak yapılması istense de açık olarak yapılmıştır. Ayhan Aydan'dan olan bebeğini Fahri Atabıyık'ı azmettirerek öldürtmek suçundan her ikisine 5 ile 10 yıl ağır hapis istenir. Ayhan Aydan ve Menderes dava sırasında ilişkilerinin ve bebeklerinin olduğunu fakat doğum sırasında öldüğünü belirtirler. Dava sırasında savcı bir kadın külotunu gösterip, kimin giydiğini ve başbakanlıkta unuttuğunu sorar. Adnan Menderes'in avukatı Burhan Apaydın'ın müdahalesi ile olay kapanır. Adnan Menderes’in kadın düşkünlüğü ve devlet kasalarında yer alan cinsel objeler Yassıada davalarında karşısına çıkacak ve halk nebzinde önemli bir imaj düşüklüğüne neden olacaktır.
Bir sonraki dava “Vinilex Davası”dır. Maliye bakanı Hasan Polatkan'ın şirkete usülsüz kredi sağladığı ve bunun üzerine 110 bin lira rüşvet aldığı iddia edilmiştir. Adnan Menderes ve Hasan Polatkan'ın nüfuzlarını kullanarak "Vinileks" firmasına Türkiye Vakıflar Bankası’ndan kredi verdirmekle suçlanmışlardır. Adnan Menderes tarafından kurulan bu Bankanın 27 Mayıs darbesine kadar Umum Müdürlüğü'nü yapan ve 1961 seçimlerinden sonra tekrar aynı Bankanın Genel Müdürlüğüne getirilecek olan Sabahattin Tulga yaptığı savunmada krediyi, suni deri imal ederek ithal ikamesi yapacak bu firmanın karlı olacağına inandıkları için verdiklerini; nitekim darbe sonrası işbaşına gelen yeni Banka yönetiminin de aynı firmaya ilave kredi vererek bu firmanın kredi limitini iki misli arttırdığını belirtmiştir. Mahkeme Menderes ve Hasan Polatkan'ı bu dava da suçlu bulmuştur. Polatkan 7 yıl ağır hapis ve memuriyetten men cezası alırken, şirket yetkilileri de ceza almışlardır.
Bu duruşmalarda açılan bir diğer dava radyo davasıydı. Adnan Menderes, bazı bakanlar ve Basın Yayın ve Turizm genel müdürü olan Altemur Kılıç hakkında radyoyu parti organı haline getirdikleri yolunda açılmıştır.
Mahkeme sonucunda Yüksek Adalet Divanı 15 sanığı idam cezasına çarptırdı. Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan oybirliğiyle, eski T.B.M.M. Başkanı Refik Koraltan, eski Genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun, Agah Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişoğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman oy çokluğuyla ölüm cezasına çarptırıldı.
Sanıklardan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de sabaha karşı, Adnan Menderes 17 Eylül 1961'de saat 13.30'da İmralı Adası'nda idam edildi. Dünyanın bütün ülkelerinde ceza muhakemesi kanunlarına göre idam cezaları sabaha karşı infaz edilirken Adnan Menderes'in cezasının infazında bu kuralın dışına çıkılarak öğle vaktinde idam gerçekleştirilmiştir. Bu durumun nedeni olarak, Zorlu ve Polatkan'ın idamlarından sonra, İngiltere Karaliçesi II. Elizabeth başta olmak üzere tüm Avrupa devletlerinin var güçleriyle Türkiye'ye baskı yapmaları gösterilir.
Zorlu, Polatkan ve Menderes'in dışındakilerin cezaları infaz edilmeyip, hapis cezasına çevrildi. İdamları durdurmak için ABD başkanı Kenedy'nin Ankara büyükelçisi Raymond A. Hare aracılığı ile Dışişleri Bakanı Selim Sarper'e bir mesaj ilettiği iddia edilir.
27 Mayıs sonrası
Ekim 1960'da Milli Birlik Komitesi 147 öğretim üyesini üniversitelerden uzaklaştırmıştır. Görevine son verilenler arasında Ali Fuat Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Yavuz Abadan, Nusret Hızır, Tarık Zafer Tunaya, Mina Urgan, Haldun Taner de vardı. Genelde bu tasfiyeler üniversite içinden gelen ihbarlara dayanıyordu. Kararı protesto etmek için Turhan Feyzioğlu, Sıdık Sami Onar, Fikret Narter ve Suut Kemal Yetkin gibi bir çok rektör ve öğretim üyesi görevinden istifa etmiştir. 1962 yılında çıkarılan yasayla öğretim üyelerine üniversiteye geri dönüş hakkı tanınmıştır.
27 Mayıs Darbesi'nde DP'liler Kürdistan Hükümeti tesis etmek üzere çalışmalar yapmakla suçlandılar. 31 Mayıs 1960'da Cumhuriyet gazetesinde MBK'nin bu konuyla ilgili çeşitli belgeler bulduğu ve Şeyh Said'in oğlunun DP iktidarı döneminde doğuda propaganda gezileri yaptığı iddia edilmiştir. Darbeden 4 gün sonra Doğu ve Güneydoğu'dan seçilen 485 ağa ve şeyhler Sivas Garnizonu (Kabakyazı)'nda bir kampa yollanmıştır. Bu konu hakkında Cemal Gürsel'in "ileri gelen 2500 Kürdü öldürelim" dediği iddia edilmektedir. Sivas'taki kamp 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskan Kanunu ile boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından "55 ağa" DP'yi destekliyor iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürülmüşdür.
Bu gelişmeler üzerine kanun 1962 yılında kaldırılmışdır. 1961 Anayasası'nda bir takım değişiklikler yapılarak, 1924 Anayasası'nın 3. maddesi olan "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözü "Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir" şeklinde değiştirilmişdir.
Ağustos 1960 – Şubat 1961 arasında Milli Birlik Komitesi tarafından emekliye sevkedilen 235 general ve yaklaşık 5.000 subay tarafından Emekli İnkılap Subayları Derneği kurulmuş ve orduya geri dönmeye çalışmışlardır. Bu derneğe bağlı emekli subaylar "Eminsular" olarak anılmıştır. En yüksek rütbeli üyesi olan Orgeneral Ragıp Gümüşpala daha sonra Adalet Partisi'nin genel başkanlığına getirilmiştir.
Milli Birlik Komitesi kuruluşundan itibaren karma ve heterojen bir gruptu ve kendi içerisinde bazı çekişmelere sahne oluyordu. Madanoğlu - Küçük grubu ile Türkeş - Kabibay grubu sık sık karşı karşıya gelmiş lakin herhangi bir vukuata sebep verilmemişti. Madanoğlu - Küçük grubu iktidarı bir an önce sivillere devretmeyi planlamıştır. Fakat Türkeş, Kabibay ve Erkanlı grubu reformların yapılmadan önce iktidarını sivillere devretmesine karşı çıkmış ve hemen sivillere devretmenin iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’ne teslim etmek anlamına geleceğini savunmuştur.Eylül ayının başlarında Türkeş, Kabibay, Erkanlı ve Dündar Seyhan, ihtilalin gayesine aykırı çalışan dört beş kişinin ülke dışına çıkarılmasını kararlaştırmışlardır. Türkeş, kararı uygulamak için hazır olduğu halde Kabibay zamana bırakmayı tercih etmiştir.İstanbul'da Muzaffer Özdağ'ın "Bab-ı Ali'den de geçeceğiz" demesi büyük yankılar uyandırmış ve Cemal Gürsel'in tasfiye kararı almasını hızlandırmıştır.MBK üyelerinden Muzaffer Yurdakuler, Seyhan tasfiye kararını arkadaşlarına anlatırken kulak misafiri olmuş ve diğer MBK üyelerine haber vermiştir.Karşı taraf erken davranmış ve Gürsel 13 Kasım 1960'da Alparslan Türkeş'e bir mektup göndererek Kurmay Albay Alparslan Türkeş, Kurmay Yarbay Orhan Kabibay, Kurmay Yarbay Mustafa Kaplan, Kurmay Binbaşı Orhan Erkanlı, Kurmay Binbaşı Şefik Soyuyüce, Kurmay Binbaşı Dündar Taşer, Piyade Binbaşı Fazil Akkoyunlu, Tank Binbaşı Muzaffer Karan, Deniz Kurmay Binbaşı Münir Köseoğlu, Deniz Kıdemli Yüzbaşı Rıfat Baykal, Kurmay Yüzbaşı İrfan Solmazer, Kurmay Yüzbaşı Numan Esin, Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ve Jandarma Yüzbaşı Ahmet Er olmak üzere çoğunluğu Türkçü subaydan oluşan 14 MBK üyesini emekliliğe sevkedip yurtdışındaki temsilciliklere danışman olarak tayin etmiştir.
Darbe sonrası gerçekleşen bir diğer önemli gelişme ise 27 Mayıs darbesinden 8 ay sonra 1961 yılında Osmanlı Devleti'nin subayların ihtiyaçlarını karşılamak için yarattığı fondan devredilerek 50 bin altınla kurulanOYAK olmuştur. Kurumun kuruluşu 3 Ocak 1961 kabul edilen Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu'na dayanmaktadır. Üye olması zorunlu subay ve astsubayların maaşlarının %10'u ve yedek subayların maaşlarının %5'i her ay bu fona aktarıldı.
Bir başka gelişme ise darbeyi meşru kılmak adına gerçekleştirilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından konulan ve askerin siyasete müdahale etmesini kesinlikle yasaklayan mevcut 22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu dışında, 27 Mayıs'tan sonra 4 Ocak 1961 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu çıkarıldı ve Türk Silahlı Kuvvetleri daha sonraki darbe ve teşebbüslerini bu kanunun 35. ve 85. maddesine dayandırdı. 27 Mayıs İhtilali'nin Türkiye'de askeri darbelerin meşru olduğu intibasını yarattığı ve diğer askeri darbelerin yolunu açtığı yönünde iddialar bulunmaktadır.
Ayrıca 6 Haziran 1961'de ordu içinde Milli Birlik Komitesine muhalif olan general ve subaylar Silahlı Kuvvetler (SKB)'ni kurmuş ve sembolik başkanlığına Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı getirmişlerdir. SKB ordunun yönetimde kalmasından yanaydı ve parlamentonun açılmasına taraftar değildi. SKB, MBK tarafından Washington'a atanan İrfan Tansel'in bindiği uçağı yanlı jetler ile havada geri çevirerek Hava Kuvvetleri Komutanlığına tekrar getirilmesini sağlayacak kadar güçlenmiştir. Bu olay üzerine Cemal Madanoğlu görevinden istifa etti.
Tabiki Darbe sonrasının en önemli gelişmesi Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası'nın Hazırlanması olarak karşımıza çıkmaktadır. 6 Ocak 1961'de MBK ve Temsilciler Meclisi'nden oluşan Kurucu Meclis kuruldu. Daha sonra Enver Ziya Karal ve Turhan Fevzioğlu başkanlığında Kurucu Meclis'e bağlı 20 kişilik bir anayasa komitesi kurularak yeni anayasa için çalışmalara başlandı.Yeni hazırlanan anayasada 1924'ndan farklı olarak halkçılık, devletçilik ve inkılâpçılığa yer verilmemiş, milliyetçilik ise Milli Devlet olarak değiştirilmiştir. İlk kez Sosyal Devlet ilkesi bu anayasa ile ortaya çıkmıştır. Adalet Partisi de resmi olarak yeni anayasanın 1924 Anayasası'na kıyasla "ileri bir adım" olacağını belirtmiştir. Ancak Adalet Partisi'nin desteğiyle "hayırda hayır vardır", "hayır deyin hayırlı olsun", "demli çay" ("hayır" oyunun renginin kırmızı olmasından) gibi sloganlarıyla "hayır" kampanyası yürütülmüştür. Hatta "Mr Referandum" adlı bir Amerikalının olduğu ve "evet" oyu vermesinin o Amerikalıya evet demek anlamına geleceği anlatılmıştır. 9 Temmuz 1961'de yapılan halk oylaması sonucu 1961 Anayasası %61.7 gibi bir evet oranıyla kabul edilse de, bazı akademisyenler ve uzmanlar %40'a yakın hayır oyunun oldukça anlamlı olduğunu ileri sürdüler ve yeni Anayasanın toplumun ciddi bir kesimi tarafından onaylanmadığını savundular. Lakin oluşturulan yeni Anayasa son derece özgürlükçü ve tüm temel ilke ile hakları koruma altına alan bir yapıda özellik arzetmekte idi. Baskıcı bir rejimin sebep olduğu darbe kendisine bu zemini hazırlayan gelişmelerin bir daha yaşanmaması için elinden geleni yapıyordu. Oluşturulan Anayasa bu açıdan takdire şayan bir özellik arzetmektedir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Adnan Menderes'in idamından üç hafta sonra yapılan seçimlerde yani 15 Ekim 1961'de Demokrat Parti'nin oy tabanının "mirasçıları" Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi oyların % 62'sini alarak 277 milletvekili çıkarmışlardır. Buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi 173 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçim "Menderes'in zaferi" olarak nitelendirilmiş ve ordu durumdan rahatsız olmuştur. 25 Ekim 1961'de 12. dönem TBMM toplandı ve askeri rejim sona ermiştir. Burda ki tepki Demokrat Parti yönetiminin 1955 sonrası uyguladığı dikta yönetime destek niteliğinde değil gerçeklerin yanı sıra abartılarıda içerisinde barındıran Demokrat Parti Yönetimine yapılan karalama kampanyalarına karşı olmuştur. Yassı ada yargı süreci başta büyük bir destek alan askeri darbeye olan sempatiyi yok etmiştir.
Ayrıca ordu içinde MBK kadar etkili olmaya başlayan SKB, seçimlerin millî iradeyi tam olarak yansıtmadığı ve yeni bir darbenin gerektiğini savunmuştur. 21 Ekim'de MBK'nın İstanbul kanadına bağlı 10 general ve 18 albay toplanmış ve en geç 25 Ekim'e kadar yönetime el koyacağını kararlaştıran "21 Ekim protokolü"imzalamışlardır. 22 Ekim'de MBK'nın Ankara kanadı aynı içerikteki "Mürted Protokolü" imzalamış, fakat SKB onursal başkanı durumunda bulunan Cevdet Sunay'ın müdahalesiyle protokoller askıya alınmış ve siyasi parti liderleriyle uzlaşma yolu tercih edilmiştir. Bunun için 24 Ekim'de Çankaya'da Ragıp Gümüşpala (Adalet Partisi), Ekrem Alican (Yeni Türkiye Partisi), İsmet İnönü (Cumhuriyet Halk Partisi), Osman Bölükbaşı (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), Cevdet Sunay, Cemal Gürsel ve generallerin önünde Yassıada mahkûmlarına af çıkarılmayacağına, Emekli İnkılap Subaylar Derneğine bağlı subayların orduya geri alınmayacağına ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışacaklarına dair protokolü imzalamışlardır.Ali Fuat Başgil'in MBK üyeleri tarafından ölümle tehdit edilerek adaylıktan çekilmesiyle 26 Ekim 1961'de yapılan seçimle tek aday Cemal Gürsel cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
Darbe süreci ve sonrası oluşan yönetim askerin darbeye ihtiyaç duymadan ülke yönetiminde etkili olabilmesini sağlamak için yeni oluşumlara imza atmışlardır. Ülkenin milli güvenlik politikalarının belirlenmesi amacıyla daha önce çeşitli kararname ve kanunlarla kurulan Yüksek Müdafaa Meclisi Umumi Katipliği ve Milli Savunma Yüksek Kurulu, 1961 Anayasası'nda Milli Güvenlik Kurulu ismiyle düzenlenmiş ve halen görevini yerine getirmektedir.
Darbenin meşrulaştırılması içinse Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru bozan fiiller hakkında kanun hazırlanıp, 5 Mart 1962'de kabul edilen 38 Sayılı Kanun'da darbeyi eleştirmenin suç olduğu vurgulanmışdır. Bu kanunun birinci maddesinin B bendinde şöyle denilmektedir; “27 Mayıs 1960 devrimini zedeleyebilecek şekilde: Bu devrimin neticesi olarak Yüksek Adalet Divanınca veya sair kaza mercilerince verilmiş ve kesinleşmiş olan karar ve hükümleri, söz yazı, haber, havadis, resim, karikatür veya sair vasıta ve suretlerle kötüleyenler veya üstü kapalı da olsa matufiyeti belli olacak şekilde kötülemeye çalışanlar veya mahkûm edilenlerin mahkûmiyetlerine esas teşkil eden fiillerini yahut şahıslarını övenler veya neticelenmiş hazırlık, ilk, son tahkikat veya infaz safhalarıyla ilgili resim, hatırat, röportaj yapanlar veya beyanat verenler hakkında bu kanunda belirtilen 5 madde gereğince Anayasa Mahkemesi'nde dava açılır” Bu davalardan birene örnek olarak Yeni Demokrat Parti genel başkanı Fuad Köprülü'nün, "af ancak bir haksızlığın tamiri olacaktır" sözleri üzerine açılan kamu davası gösterilebilir.
Dönemde oluşturulan bazı yapılanmalar ise Anayasa Mahkemesi, ( 22 Nisan 1962'de Anayasa Mahkemesi Kanunu kabul edilmiş ve 20 Aralık'ta çalışmalarına başlamıştır. Kurucu meclis; yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemek üzere bir Anayasa Mahkemesi kurulmasına karar verdi.), Yüksek Hakimler Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Radyo Televizyon Kumru, Cumhuriyet Senatosu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, İhracatı Geliştirme Etüt Merkezi, Milli Prodüktivite Merkezi, Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Darbe ile ilgili dönemin taraflarınca yapılan bazı açıklamalar ise şöyledir;
Celal Bayar (Cumhurbaşkanı):Ve yine hiç şüphe etmiyorum 27 Mayıs başarıya ulaşmamış ya da hiç yapılmamış olsaydı, ne ordu içinde cuntalar kurulacak, ne 12 Mart, 12 Eylül müdahaleleri yapılacak, ne de demokrasi dejenere edilebilecekti.
Cemal Gürsel (MBK lideri): Demokrat Parti'nin memlekete yaptığı en büyük kötülüklerden biri orduyu ihtilale zorlaması olmuştur.
Süleyman Demirel (Devlet Su İşleri Genel Müdürü):(1950) Devlete karşı, onların yönettiği devlete karşı kazanılmış bir zaferdi... Onların elinden devleti alma hareketidir. 1960, halkın elinden devleti alma hareketidir.
Bülent Ecevit (Cumhuriyet Halk Partisi Ankara milletvekili):60 İhtilali... Ve kaptılar, işte kendileri güya demokrasisinin bayraktarlığını yapıyorlar... Müdahaleci ekip. Fakat ne yaptılar; üniversiteden geçmeler, 147’ler olayı, arkasından Bab-ı Ali önünden geçeceğiz lafları derken birden, bir ülke ve kültür birliği projesi ortaya çıktı. Bunu biz orataya çıkardık. Dünyada görülmemiş bir totaliter rejim projesi, yani Nazi Almanyası'nda bile eşi görülmemiş bir proje.
ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Dairesi'nin 1961 tarihli değerlendirme raporu:Türk Silahlı Kuvvetleri'nce yapılan kansız darbe, Türkiye dışında genellikle ağırlık taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin apolitik olduğu ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki inanışı yıkmıştır.
Son söz olarak 1950’lerde demokrasiyi ve refahı vaad ederek iktidara gelen Demokrat Parti Yönetimi, 10 yıllıklık iktidarının özellikle ikinci döneminde verilen vaadleri tamamen unutarak baskı ve totaliter bir rejim uygulamıştır. Ülke hem ekonomik hemde sosyal olarak bir kaosa sürüklenmiş, taraflar kesin çizgilerle ayrılarak, bir taraf için sınırsız teşvikler uygulanırken muhalif kanat ise illegal bir şekilde engellenmiş ve açıklaması yapılamayacak yasaklamalarla karşılaşmıştır. Süreç içerisinde oluşan ekonomik olarak dışa bağımlılık, Atatürk ilke, inkılap ve devrimlerine karşı yapılan sekteler, muhalefete uygulanan baskı ve oluşturulan kumpaslar.... vb. neticesinde hem halkın önemli bir kesiminde hemde askeriyede büyük rahatsızlıklar oluşmuştur. Süreç olarak ele alanıcak olursa yönetimin yaptığı hatalar bu darbeye zemin hazırlamıştır. Lakin şunu unutmamak gerekir ki askeri darbe hiçbir zaman bir tercih değildir. Ülke kendi sorunlarını demokrasi aracılığı ile çözmek mecburiyetindedir. Zaten ülkemizde gerçekleşen iki darbede başlangıcı itibari ile halk ve aydın kesim tarafından desteklenirken sonraki süreçte bu destek tamamen yok olmuştur. Çünkü özgürlüğü, barışı ve refahı getireceğini vaad eden darbeler neticede önceki süreçten daha olumsuz bir hava yaratmışlardır. Kendi yaptıkları tercihleri meşru kılabilmek için dikta bir yönetim ile baskı rejimini ülke geneline yaymışlardır.
Unutmamak gerekir ki en kötü durumlarda bile Askeri darbe çözüm değildir, en kötü suçlarda bile idam kimseye hak veya ceza değildir ve kabullenilemez...
ALİ NECATİ DOĞAN
YORUMLAR: (2 Adet)
* Darbeler ülkemizi en az 30 yıl geriye götürüyor bizler bilinçli gençler olarak şuan bile ülkemizde yaşanan bazı olaylara objektif ve Atatürk zekasıyla yaklaşmalıyız ki olaylara kalıcı çözümler bulalım çünkü böyle olaylar yüzünden ülkemiz ilerleyemiyor. Belgin DASDEMİR

* Efendim, saygılarımla; Uzun uzun 27 Mayıs 1960 İhtilalini anlatmışınız. Kaleminize ve emeğinize sağlıklar dilerim. Ben de askeri darbelere ve idama karşıyım. 27 Mayıs 1960 İhtilali hak edilmemiş bir ihtilaldir. Buna katılıyorum. Ancak, bıçağın kemiğe dayandığı zaman ne yapılabilir ki? Saygılarımla... 
Recep ALTUN, 08.11.2009