5 Eylül 2015 Cumartesi

ÇOK ÖNEMLİ BİR RÖPORTAJ: "Demirel’in yakın çalışma arkadaşı Mehmet Dülger"

Demirel’in yakın çalışma arkadaşı Mehmet Dülger ODA TV’nin sorularını yanıtladı:
“Siyasi hayatımızda bugün yaşanan güçlüklerin kaynağında,  Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi gibi  bir merkez partisinin anlayışının ve kadrolarının bulunmaması yatıyor…”
Nurzen Amuran: Merkez partisi diye değerlendirip milletvekili olduğunuzu söylediğiniz AKP, bugün dışardan baktığınızda “merkez partisi” olma niyetini sürdürüyor mu, geleneksel muhafazakârlık mı ağırlıkta yoksa dinsel ağırlıklı bir muhafazakârlığı mı ön plana taşıyor, çağdaş demokrasiyle bağlantıları nedir?
Mehmet Dülger: Demokrasiyi ilerletme görüşlerine destek vermek için, benim AK Parti milletvekili olduğum dönemde (2002 – 2007), parti fikriyatının konuşulduğu vesilelerde, AK Parti Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan, klasik anlamda bir “merkez partisi” olmaktan ziyade, AK Parti’nin “toplumun merkezini” oluşturan bir parti olduğunu ifade ediyordu. Merkez fikriyatını paylaşan insanların reylerini yoğunlaştırdıkları bir parti anlayışı… Yani, seçmenler yeni AK Partiden merkez parti oluşturmasını bekliyorlardı.
Merkez parti denilince siz neyi anlıyorsunuz?
“Merkez parti”, fikriyatında, kişinin ne inancı veya inançsızlığı, ne mezhebi, ne etnik aidiyeti ile ilgilenilir. Merkez Parti, kimlik konusunda, kişinin hiçbir özelliğine karışmaz, o özelliği yönlendirmeye kalkışmaz. Aksine, o özelliklerdeki çeşitliliği ülkenin önemli bir zenginliği olarak görür. Merkez Parti, toplumun genel isteği olan hürriyetler, üretme, istihdam, ihracat, kalkınma, herkese demokrasi, refah artışı, refahtan herkesin pay alması, yaygın ortak kültürün korunması ve yaşanmasını hedef alır. Kişilerin, hayatlarını bu özellikleri muhafaza ederek geliştirerek sürdürmelerini ve bu özelliklerin varlığının garanti edilmesini ön plana alır.
AK Parti, bu konuda, hiçbir zaman, meseleyi ifade ettiğim açıklıkta ortaya koymaya girişmedi. Daha sonra oluşturulan, pek de ne olduğu anlaşılmayan ve anlatılamayan, siyaset literatüründe de yer almayan “muhafazakâr demokrasi” fikri dillerde dolaşmıştır. Bugün, bu konuda kimsenin pek bir şey söylediği yoktur.
“SENİN NAMAZ KILMADIĞIN ANLAŞILIYOR, BAŞKA KAPIYA!”
AKP bugün nasıl bir partidir?
AK Parti, bünyesi ve gelenekleri itibariyle, bir “merkez partisi” olamaz. Bugünkü manzarası açısından, dini hassasiyet vurgusu ile Milli Selamet / Refah / Fazilet / Saadet Partilerini, ekonomik anlayışı ve uygulamaları ile dışa tavizkâr Anavatan Partisi’ni hatırlatan, inşaatçılık ve belediyecilikle rant arayan, üretim-istihdam yerine fakir seçmene iane dağıtan, kendine has bir karışım manzarası arz ediyor. Bu karışımın bir “merkez parti kimliği” ile ilgisi yoktur. İş talebinde bulunan bir vatandaşın ütülü pantolonuna bakıp “Senin namaz kılmadığın anlaşılıyor, başka kapıya!” diye kovalayan muamelenin, bir merkez partisinde yeri yoktur!
Zaten, siyasi hayatımızda bugün yaşanan güçlüklerin kaynağında, partiler yelpazesinde, bence, gerçek anlamı ile - Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi gibi - bir merkez partisinin anlayışının ve kadrolarının bulunmaması yatıyor. Aslında, gerçek ve sağlam bir siyasi ideoloji olan “muhafazakârlık”, AK Parti’nin fikriyatında, sadece, ileri bir dinî hassasiyet olarak yer almakta idi. Simgeler üzerinden siyaset yaparken gerçek dinî hassasiyetin kaybedildiğini düşünüyorum.
Bunun ötesini ele aldığınızda, yaşanan siyasî ortamdan, daha ziyade; din kültürü zayıf, kapalı köy ve kasaba çevresi anlayışını aşamayan, ibadete ağırlık verip, dinin ahlâk anlayışını sessiz geçen, bu bağlamda, geldikleri İmam-Hatip geleneğine bile saygı göstermeyen.; Bazı tarikat ve cemaatlerin çerçevelediği bir dinî anlayış, şahıs kültü, mutlak itaat davranışı olarak özetleyebileceğim bir ortam anlaşılmalıdır…
Bu çerçevenin, fikir ve ifade özgürlüğünü, tartışma geleneğini, medeni cesareti, toplum içinde organize olma, örgütlenme, hak arama, kitle haberleşme ve iletişim araçlarını serbestçe kullanma, toplumun demokratikleşme eğilimini siyasete taşıma gayreti düşük olmuştur. Ne milletvekili, ne parti gurubu, ne de genel olarak Meclis, konuşmak, tartışmak babında büyük kısıtlamalarla karşı karşıya olup, sabahın ilk ışıklarına kadar süren müzakerelerde, sadece, torbalara tıkılmış maddelerin hızla geçirilmesi hedef alınmaktadır.
Dış dayatma ile Oslo-MİT-Öcalan hattında yürütülen gizli bürokratik “açılım süreci”, TBMM’ye getirilmemiştir bile. Bugünün cari anlayışının, özgürlüklerin bütününe sahip olma gibi bir idraki, müsamaha, anlayış, farklılıklarına eşit saygı gibi bir çerçeve içinde yaşamayı hedef alan demokrasi ile sıkı bağlarının olduğunu iddia etmek, herhalde fantezi bir düşünce olacaktır.
İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ SIKINTILARIN ESAS KAYNAĞI SEÇİM SONRASI GÜVENOYUNA HENÜZ GİTMEMİŞ BİR GEÇİCİ HÜKÜMETİN DEVAM EDİYOR OLMASIDIR.
7 Haziran seçimlerinden sonra çoğunluğu kaybetmiş bir iktidarın eski iktidarın devamı gibi hareket etmesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçim sonuçları ile milletimizin ifade etmek istediği tabloyu isabetle ve samimiyetle değerlendirerek okumak, gerçekten, birikimli siyasetçilerin işidir. Seçim ertesinde, bu tablonun iyi okunduğu kanaatinde değilim. İktidar da, muhalefet de, milletimizin ne demek istediğini kavrayamadıkları için, iktidar, eski iktidar gibi devam etmek istemekte, muhalefet ise, amacını belirleyememiş bir halde, günlük ilhamlarla, çelişkilere düşmekten endişe etmeden, gün doldurmaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir nokta da, çok partili hayata girdiğimizden bu yana, seçim sonuçlarının ilanından itibaren, hükümet kurma eyleminin, bu kadar uzun zaman aldığı ilk dönemi idrak etmekte olmamızdır.
Bünyesinde, artık milletvekili sıfatı taşımayan kişilerin Bakan olmaya devam ettikleri, güvenoyunun söz konusu edilmediği, yenisi oluşturulana kadar cari işleri yürütmekle görevli ve şimdiki manzarası ile, uzatmalı bir hükümet, ülkenin karşı karşıya bulunduğu hayatî konuları, milletin iradesine uygun olarak çözebilme gücünden, siyaseten ve hukuken mahrum gözükmektedir. Buna rağmen, ciddî icraat yaptıkları görülüyor. Bugünkü hükümet, dışardan Milli Savunma Bakanı atamış, Meclis’in tatilde olduğu bir dönemde, Askerî Şûra’yı beklemeden, ATO ile istişare edip, sorumluluğa NATO’yu dâhil etmeden, İncirlik Üssü’nü ABD’nin kullanımına açmıştır. ABD, PKK’nın Suriye uzantısı PYD’yi desteklediğini açıklamış, PKK terörü bu ara dönemde tekrar azmıştır.
            İçinde yaşadığımız günlerin sıkıntısının esas kaynağı, seçim sonrası, güvenoyuna henüz gitmemiş bir geçici hükümetin devam ediyor olmasıdır.
SEÇMEN İRADESİ SADECE YÜZDE 41’LİK AK PARTİYE TEVCİH EDİLMİŞ BİR TERCİHTEN İBARET DEĞİL
Bu noktada AKP’nin son söylemleriyle ve kararlarıyla önem verdiklerini iddia ettikleri “millet iradesi” veya “sandık iradesine” saygı duyduklarına nasıl inanacağız?
İzin verirseniz, önce “sandık iradesi” veya “millet iradesi” adı verilen kavrama bir açıklık getirelim. Belirli bir seçim sonucunda ortaya çıkan “irade”, sadece iktidarın değil, muhalefetin de siyasi gücünü tayin eder. 7 Haziran seçimi sonucunda, seçmen, AK Parti’ye yüzde 41 oy vermişse, diğer partilere de toplam yüzde 59, her bir partiye de ayrı ayrı, aldıkları oranda oy vermiştir. “İrade” söz konusu seçime mahsustur ve bu oranların tümünün ortaya koyduğu resimdir. O resimde, seçime katılıp TBMM’ye girmiş her partinin rengi ve hakkı yer alır. Başka bir seçimde,oy oranları, başka bir irade tablosu çizecektir. Diğer bir deyişle, seçmen iradesi, sadece yüzde 41’lik AK Parti’ye tevcih edilmiş bir tercihten ibaret değil, aynı zamanda, toplam yüzde 59 olarak TBMM’ye giren diğer partiler için de ifade edilen bir tercihtir.
“İrade”, siyasi mahiyettedir. Siyaseten eylem yapma meşruiyetini ortaya koyar. Seçim sonrası bu irade Meclis’te şekil alır, güvenoyu ile yönlendirilir. “Hukukî meşruiyet” ise ayrı bir konudur. Siyaseten eylem yapmasına meşru olarak Meclis’in rıza gösterdiği iktidar, hukuki meşruiyetini oy oranından değil, yargının objektif olarak uyguladığı hukuk kurallarından alır. Bunun için, devlet nizamını bozacak kanunlar çıkarılmaması, Hükümet Programının örtülü gündeminin bulunmaması, mevcut kanunların ruhuna aykırı yorumlar yapılmaması, hukuk dışı icraata tevessül edilmemesi lazım. Olursa Anayasa Mahkemesi iptal ediyor, ama bu süreç zaman alıyor. Bozuk uygulamaların bir kısmının düzeltilmesi ise beklemede kalıyor. Yozlaşmaya yol açılıyor. Bozulan düzen, bundan güç kazananlarda iktidardan uzaklaşma korkusu ve isteksizliği doğurur.
Sandık sonuçlarını beğenmeyip, arzu edilen farklı bir sonucu elde etme hedefini güden fikir ve faaliyetlerin, demokratik geleneklerde yeri olmadığını düşünüyorum.
TERÖR ORTAMI İKTİDAR OYLARINI OLUMSUZ  ETKİLER
Talep edilen erken seçim; terör nedeniyle seçim güvenliği riski, seçim maliyetinin halka getireceği yük yanında, dile getirdiğiniz gibi halkın iradesini kabul etmemek anlamını taşıyor. Böylesine bir erken seçimde sonuçlar değişir mi? Sizin düşünceniz nedir?
Ben burada, “erken seçim” deyimi yerine, “tekrar seçim” tabirini tercih ediyorum. Zira, erken seçim, şimdiki 4 yıllık seçim dönemi içinde, dönem bitmeden önce yapılan seçimdir. Dönem başlangıcından, mesela 3 yıl sonra, 3,5 yıl sonra gibi… Hâlbuki bugünkü duruma, daha ilk hükümet bile kurulmadan yeni seçim istemeye, “seçim tekrarı” demek gerekir.
4 yıllık yeni dönemin başlamasından bu yana henüz 2 ay geçmiştir. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde, millet iradesinin istikametini gösteren tabloda, temel bir değişiklik olmasını gerektirecek herhangi bir karine yoktur. Ortada, daha önce iddia edilen “sandık sonuçlarının kayıtsız şartsız kabulü” beyanlarının aksine, şimdi 7 Haziran sonuçlarının kabul edilmemesi durumu vardır. İstenen tablo elde edilinceye kadar, seçimler tekrar tekrar yapılacak mıdır? Gerçek şu ki, yenilen pehlivan güreşe doymuyor. Bir seçim tekrarı, sonuçları fazla değiştirmez. Hatta böyle bir manevra halkta tepki doğurup ters de tepebilir. Üstelik terör ortamı iktidar oylarını olumsuz  etkiler.
Güvenlik ve maliyet konularında ifade ettiğiniz ciddi engellerin yanında, ülkenin güven oyu almış bir hükümete ve dolayısıyla, istikrara kavuşması sürecini gereksiz bir biçimde uzatan bugünkü tavır, demokratik olmayan bir saygısızlık sergilemesi yanında, arka planında yer alan sevimsiz hesaplar ile büyük bir risk almayı da içermektedir. Arzulanan sonuç bu seçimde de alınmazsa ne olacaktır? Millet hayatında kumar oynamayı tasvip etmek söz konusu olamaz! Üstelik biz burada seçim tekrarı için vakit kaybederken, dışarda aleyhimize gelişen durumlar da yeni harcamalar demektir.
SİYASETTE PARA KONUSU SESSİZ GEÇİLİR. 
KİMSE KONUŞMAZ
Halka yüklenecek mali külfetten sözedilince aklıma geldi. Sayın Tayyip Erdoğan’ı Adnan Menderes’e benzettikleri anda ”Ne alakası var?” demiştiniz ve bir anekdot paylaşmıştınız: Aydın Menderes’e, “Senin babanın Demokrat Parti başına geçmeden önce ne kadar toprağı vardı?” denildiğinde, “40 bin dönüm” diyor. “Peki, Yassıada’ya gittiğinde ne kadardı?” diye sorulduğunda ise “3 bin dönüm” cevabını veriyor. Yani Adnan Bey, kendi malını satmış ve siyasetin gerektirdiği harcamalarda kullanmış. Anlattığınız bu anekdottan sonra, şu soru geldi aklıma: Seçimlerde hesap verebilir yönetim anlayışı neden devre dışı kaldı?   AKP, “yönetimde şeffaflığı” istemiyor değil mi?
Fransızların “siyasetin sinir ucu” olarak nitelendirdikleri “para-siyaset ilişkileri” konusunun incelenmesine ve teklifler getirilmesine, siyasi hayatımın yaklaşık 10 yılını verdim. Siyasette para konusu sessiz geçilir. Kimse konuşmaz. Siyasi faaliyet ise, pek çok yönü ile,bazen külliyetli miktarda para gerektirir.
İleri demokrasi kurallarını benimsemiş ülkeler, bu nazik konuya da ciddi kurallar getirmişlerdir. Mesela, bir ABD Temsilciler Meclisi üyesi, her yılın Mayıs ayının başında, muhtevası internetten bütün Amerikan vatandaşlarının incelemesine sunulan bir “servet beyannamesini” vermek zorundadır. Yıllar itibariyle gelişmeler gözlenerek, o üyenin para durumu izlenir. Milletvekilliğim sırasında, ben de her yıl, harcımı, borcumu, varlığımı içeren bir beyanname vermeye devam ettim. TBMM Genel Sekreterliği buna çok şaşardı. Ben vermeye devam ettim. Ak Parti Meclis Gurubuna benzer bir teklif sunduğumda, kabul görmedi.
Benzer biçimde, gerçek demokrasiyi benimsemiş bütün ülkelerde, seçim masrafları, parti giderleri, milletvekillerinin harcamaları vs. gibi nazik konular, ciddi kurallara uygun olarak takip edilmekte ve vatandaş nezdinde siyasetin itibar kaybetmemesine çalışılmaktadır. İtiraf edeyim ki, bizim “ileri demokrasimiz”, bu çeşit mülahazattan mahrumdur ve bu kuralları ne zaman gözeteceği meçhuldür. Şüphesiz, “hesap verebilir” iktidar için, “hesap sorabilir” kurumlara ihtiyaç vardır. Bu konunun henüz kimseyi ilgilendirmediğini sanıyorum. Denetim mekanizmaları kaldırılır, zayıflatılır; olanlar da, başta Meclis, çalıştırılmaz.
PKK terörü giderek tırmanıyor. PKK bazı eylemlerini üstleniyor, bazıları için de, duyulan infial nedeniyle “Bizim böyle bir eylemimiz yok, bizim adımıza verilmiş bir talimat yok, yereldeki inisiyatif ile ortaya çıkmıştır” diyerek sorumluluktan kaçıyor, birkaç oluşum mu var içinde, karar verici otoriteleri birden mi fazla?
Bir eski Bakanımızın internette yayınladığı makalelerde isimlendirdiği üzere, “narko-terorist” bir örgüt olan PKK, esas itibariyle, alanda iktisap ettiği ustalıkla bir “taşeron” örgüttür. Başka bir deyişle, belirli bir bölgede, bazı güçlerin, belirli bir plan muvacehesinde yaratmak istedikleri kaotik durumun gerektirdiği tahribatı, ücreti karşılığı icra eden bir grup haline gelmişlerdir. PKK’da merkezi otoritenin zayıflaması, Oslo-MİT-Öcalan görüşmelerinden beri ortaya döküldü. Kandil dışardan tutum bildiriyor, verilen bazı kararları uygulamıyor, verilen bazı talimatları duyurmuyor. Muhtemelen kendi içinden dolayı duyuramıyor. Mesela, Dolmabahçe kararlarından sonra Öcalan ile Kandil’in tavırları farklıydı. Bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elini rahatlattı. Şimdi de, HDP başka PKK başka beyanlarda bulunuyorlar. Hatta “düz ovada siyaset” diye ortaya çıkan HDP’nin eş-başkanları bile ayrı ayrı yerlerin mesajlarını veriyorlar.
PKK Nasıl bir terör örgütü? Bugün hangi görevleri üstlenmiş durumda?
PKK’dan bir çevre olarak bahsetmek daha uygun. Fikriyatlarından ziyade, onlar için, hizmetinde bulundukları güçlerin emelleri önemlidir. Üstlendikleri işlerin güçlüğü nispetinde karşılık almaktadırlar. Şu anda PYD’yi güçlendirmek ve Peşmerge’yi desteklemek, Peşmerge ile beraber, Almanlardan eğitim ve silâh almak, yeni açılacak İran ticaretinden Türk TIR’larının ve şirketlerinin dışlanmasını sağlamak, Ermeni sınırının açılması için Ermenistan’a sınır illerden mesaj vermek, içerde terör ile güveni sarsarak Türk ordusunu Suriye’ye mecbur bırakmak gibi işlerle meşgul oluyorlar.
DIŞ İLİŞKİLERİ VE ÖNLERİNE KONAN İCRA EDECEKLERİ PROJELERİN VARLIĞI PKK’NIN MEVCUDİYETİNİN TEMELİDİR
PKK ile IŞİD arasındaki ilişkileri ve ABD’nin bölgedeki duruşunu nasıl yorumluyorsunuz?
PKK Suriye’de PYD bölgesi hariç, IŞİD’le sorunlu görünmüyorlar. IŞİD Musul’a saldırdı, ABD’nin sesi çıkmadı. Erbil’e saldırdı, havadan gelip Peşmerge ile PKK’yı destekledi. Erbil’i kurtardılar. Barzani’ye özerklik havası veriyorlar, ama manda muamelesi yapıyorlar. Mesela, Barzani Türkiye üzerinden dışarıya petrol satacak oldu, gidip okyanustaki tankerlerini çevirdiler; Türkiye’de biriken satış paralarını talep ettiler. Musul ise IŞİD’in finansman kaynaklarından biri oldu. IŞİD orada oturuyor; petrolden hisse alıyor; onunla Amerikan ve Alman silâhlarını satın alıyorlar. Ele geçen silâhlardan bunu biliyoruz. IŞİD Musul’daki Türk Konsolosluğunu 11 Haziran 2014’te bastı, Konsolosluk kapandı. ABD ve Avrupa sustular; Bölgedeki danışıklı dövüş gözden kaçmamalı.  
Bu açıdan, PKK’nın hiçbir beyanatının önemi yoktur, doğruluğu yanlışlığı tartışılmaya değmez, hiçbir beyanlarında doğruluğun aranması söz konusu olmamalıdır. İşlerine geldiği üzere tavır alırlar. Kesinlikle itimada şayan değillerdir. Etraflarına ördükleri meçhulat ve korku halesi, onları, olduklarından önemli ve kudretli gösterebilir. Haklarında bilgimiz sınırlı ve yetersiz… Dış ilişkileri ve önlerine konan icra edecekleri projelerin varlığı, PKK’nın mevcudiyetinin de temelidir. BOP Projesinin parçasıdırlar. Bu yüzden, altedilmesi zaman alacak bir örgüt olduklarını düşünüyorum.
ABD, Ortadoğu’da, rahmetli Turan Yavuz’un deyişiyle “Kürt kartını” elden bırakmıyor. Ancak, PKK’nın uzantısı olan PYD’yi mi, yoksa Barzani’yi mi asıl sorumlu hale getirecek net değil. Size göre ABD bölge için hangi grubu daha güvenilir buluyor, hangisi kullanılıyor?
Ta 1860’lardan bu yana, Orta Doğu’nun tabiî zenginliklerine gözlerini dikmiş bulunan büyük güçlerin temel amaçları, bu zenginliklere devamlı ve düşük maliyetli olarak sahip olmak, zengin topraklar üzerinde yaşayanları, birbirleri ile tükenmek bilmeyen ihtilaflarla perişan etmek, yandaş idareler ya da hükümetler getirmeye çalışmak, fukaralık, cahillik ve çaresizlik pençesinde helâk olmalarını büyük bir kayıtsızlıkla gözlemektir. Çeşitli vesileler ve anlaşmalarla (!)kurdurulan kukla devletlerin marifeti ile bu zenginlikleri kendi topraklarına ve kendi halklarına transfer etmek, ölçüsüz kazançlar realize etmektir. Bu amaçla, gözlerini binlerce mil uzaktaki efendilerinden ayırmayan, itaatkâr “manda devletler”in oluşturulması, ideal bir çözüm olarak görülmektedir. Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) budur.
“PARALEL SAHNESİ” KURULARAK POLİSTEŞKİLÂTI’NIN KOMUTA KADEMESİ TASFİYEYE UĞRADI. DEVLETİN GÖREVİ KURUMLARI TASFİYE ETMEK DEĞİLDİR
TBMM’de 1 Mart 2003 tezkeresinin reddi neleri değiştirdi neleri engelledi?
1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’den geçmemesi, Kerkük-Musul-İskenderun hattına, Türkiye sınırları içinde bir koridor oturtmanın önünü kesmiş oldu. Yani, bizim 1975’te açtığımız Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı varken tekrar gelip üzerine oturuyorlar. Hatırlarsanız, daha tezkere gelmeden İskenderun’dan Mardin’e kadar olan bölgede, sınırdan 100 km içeri kadar yerlerde yabancı birliklerin kira sözleşmeleri bile yapılıyordu. Amerikan uçak gemileri İskenderun Limanı açıklarında demirliydiler.
Yine hatırlarsınız, o dönemde de Genel Seçimler yeni olmuş ve Meclis, AKP ve Hükümet henüz oturmamıştı. Abdullah Gül bir hükümet kurmuş, seçimlere sokulmayan AKP başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Meclis’e girebilmesi için ara seçim yapılıyordu. Demek ki, belirsizliğin bulunduğu dönemlerde, “müttefiklerimizin”, yangından mal kaçırma esasına göre işleyen, asil olmayan bir politikaları var. Eğer bunda ortak menfaatimiz olsa böyle yapmazlardı. Demek ki, Türkiye’nin aleyhine olacak bir durum söz konusu idi.
Tezkere çıkmayınca, Türkiye, toprak bütünlüğünü korudu, ama büyük bedel ödedi. TSK üst kademesini tasfiye eden Ergenekon, Balyoz vb. davaların, darbe tevatürleri ile değil, bu duruşumuz ile ilgili olduğu değerlendirilebilir. İş bitince “paralel tartışması” başladı. TSK operasyonunun uzantısı, tam 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri sırasında, Seçim Kanunu gereği, İçişleri Bakanı’nın görevi bıraktığı, yerine vekâleten bir atama yapıldığı sıraya rastladı! Jandarmanın devletteki yerinin belirsizleştirilmesi, Polis Kolejlerinin kapatılması, öğrencilerin eşyalarıyla birlikte kapı önüne konması ve üst kademe Milli Emniyet Teşkilatı kadrosunun emekliye sevk edilmesidir. Böylece “paralel sahnesi”kurularak PolisTeşkilâtı’nın komuta kademesi tasfiyeye uğradı. Bütün bunlar, Türkiye Genel Seçim tartışmaları içinde iken olup bitti. Olanları denetleyecek, Anayasa Mahkemesine götürecek Meclis, seçimler amacıyla dağılmışken… Yapılan işin vahametini kavrayabiliyor muyuz? Devletin görevi, suçlu olan varsa bunları bulup mahkemeye sevk etmektir, kurumları tasfiye etmek değildir. Stratejik düşünceyle, TSK ve Polis Teşkilâtı’nın üst kademelerinin tasfiyesinin kimin işine yarayacağını çözerek, faillerini bulabiliriz. Yine geliyoruz, “ehliyet” yerine “sadakat” tayinlerine. Kime sadakat? 
Türkiye ile beraber petrol taşımak varken, neden bu kadar dolambaçlı yollara sapıldı? Kerkük-Musul-İsrail hattı için, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’den bir koridor açılmaya çalışılıyor. Yani 2003 koridor projesi 100 km güneye kaydırıldı. Bölünmüş bir Irak ve Suriye ile bölgeye daha kolay hâkim olunabileceği söylenmekte... Onun için PKK, Peşmerge, Barzani, PYD, hatta IŞİD hiç fark etmez! Hepsi bu oyunda kullanılacak araçlardır. 
PKK SÖYLEMLERİ ÜZERİNE AVRUPA BİRLİĞİ KÜLTÜR FARKLARI ARAŞTIRMASI YAPTIRDI, KÜLTÜR FARKI BULAMADILAR.
Burada önemli olan bizim Kürt kökenli yurttaşlarımızın da güvenliği,değil mi?
Elbette.. Kürt kökenli vatandaşlarımız, ne Öcalan’ın, ne de PKK’nın temsil ettiği gibi bir düşünceyi benimsemiyor. Burada hataya düşülmemelidir. Eylemci grupların medyada yaptığı şamata halkı yansıtmıyor. Hayatını yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımız yanında, Türk-Kürt karma evliliklerle oluşmuş büyük bir kitle var. Kürtçülük bir ayrı siyaset… Ne dediklerini henüz açık bir şekilde söyleyebilmiş değiller. Yabancı enstitülerin yazıp verdiklerini buraya aktarmaya çalışıyorlar..
Bir kısmı ayrılıkçı, bir kısmı değil… Bir kısmı İslâm şuurunda, bir kısmı Marksist... Kürt terörü ayrı bir kanat. İçlerinde bölünmüş olmaları yanında, liderler de birbirine ters düşüyor. Dışardan besleniyorlar. Kürt halkının zenginiyle, fakiriyle, onlara pahalı silahlar alıp vermeye niyeti yok. Ama PKK baskısı altında, sandığa dahi gitmeden oy yollayan yerleşimler var. Öte yandan, bugün artık okumuş, meslek sahibi – iş sahibi olmuş Kürt kökenli kitle artmıştır. Eşit vatandaşlık şartlarını kullanıp istedikleri yerde iş yapıyorlar. Kandırılmaları artık daha zordur. Bu kimselerin kalkıp da “özerk bölge olmuş, yakında bağımsızlık verilecekmiş” diye Kuzey Irak’a göç ettiklerini görmüyoruz.
Türkiye’deki herkes gibi ülkenin normal hayatına katılarak, paylaşarak yaşamak istiyorlar. Bu herkes gibi haklarıdır. Neden kullanmasınlar? Bu kesim haraç da vermek istemiyor, düzen kurulmasını istiyor. Kürt kesimin liderliğine soyunanların da bu durumun farkında olduğunu düşünüyorum. Yabancıların işine gelmese bile, politikalarını gözden geçirmeleri gerekecek. Ermeniler yabancılar için savaşıp hayatlarını kaybederek kendilerine yazık etmediler mi? Şimdi neden Kürtler kullanılsın? Biraz akıllı olalım.
Bizim bin yıllık kardeşlerimiz. Etle tırnak gibiyiz; tahinle pekmez gibi karışmışız. Neresinde tutup da ayrıştıracaklar? PKK söylemleri üzerine, Avrupa Birliği kültür farkları araştırması yaptırdı. Kültür farkı bulamadılar; dil üzerinde oynuyorlar. Ama Kuzey-Güney dil farkını çözemedikleri için Sudan Modeli önerisi gelebilir.
Hükümetin açılım sürecindeki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet, açılım sürecinde bazı tavizler vermiştir. Sonuçlarını hep beraber gördük. Sürece katkı olarak PKK silâh teslim edip sınır dışına çıkacaktı. Nerede? Doğu Bölgesi için çıkarılan hâkimiyet söylentilerinin propaganda amaçlı olduğunu bölgeyi tanıyan herkes biliyor. Türkiye’de merkezî otoritenin zayıflayacağını düşünmüyorum. Türkiye devlettir. Geleneği olan bir devlettir. PKK eşkıya gruplarından oluşmuş iken, bir devlet olabilir mi? Yaptıkları halkı sindirmek için şiddet ve haraç toplamak… Ayrıca, aşiretçilikten çıkmak o kadar çabuk dönüşebilen bir yapı değildir.
DEMİRTAŞ YUMUŞAK ÜSLUPLU ESPRİLİ SEVİMLİ BİRİ AMA “SAVAŞ VE BARIŞ” DİYE İKİ KAVRAMLA KONUŞUYOR
HDP bu süreçte neyi kanıtlamaya çalışıyorHDP’nin portresini çizer misiniz?
HDP’nin durumuna gelince, eğer yüzde 13 oy alıp Türkiye Partisi haline geldilerse demokrasi dilini kullanmak zorundadırlar. Halen ayrılıkçı PKK dilini kullanıyorlar. Demirtaş, yumuşak üsluplu, esprili, sevimli biri ama “savaş ve barış” diye iki kavramla konuşuyor.
Türkiye’de Türklerle Kürtler savaş yapmadılar. Bir iç savaş olmadı. Varmış gibi davranmamak gerekir. Türk emniyet güçleri terörist saldırıları bastırmakla görevlendirildi, o kadar.. Türkiye’de iç savaş, 1900’lerin başında, dışardan destek ve vaat alan Ermenilerle olmuştur; Ermeniler yenilmiştir. Barış diye bir talep ortaya atıp da, yeni kurgular için kavram kargaşası ile zemin aranmamalıdır. Yani, yüzde 13’ük seçmen Türkiye ile savaşta mıydı? Üstelik, bu kavram açılım sürecinde tartışıldı. “Savaş/ barış" söz konusu olmadığına göre, demokratikleşme programıdır, onun için “açılım densin” dendi. Türkiye de bunu benimsedi. Türkiye’de herkesin demokratikleşme ve açılım ihtiyacı var. Bu kavram onun için tuttu. Seçmen yüzde 13 oranında oy verirken, “şu açılım sürecini herkese açıklayın, Meclis’e getirin,” dedi. Bunu doğru okumak gerekir.
BİR YÖNÜYLE DE TERÖR DOĞU VE GÜNEYDOĞU BÖLGELERİMİZDE GERÇEK KALKINMA HAREKETİNİN SİNSİ BİR DÜŞMANIDIR
Terör devreye sokulduktan sonra, bölgeye ekonomik planda nasıl zarar verildi okuyuculara yeniden anımsatalım:
Kamu ihalelerini alan müteahhitler tehdit edildi, araç parkları yakıldı, ihaleler aleyhine davalar açıldı, boş yere canlara kıyıldı. Başına jandarma dikilerek işlerin bitirildiği pek çok örnek vardır. Bütün ihalelere aynı anda çıkıldığı halde, bakarsınız harcanamamış paralar hep Doğu’dan gelirdi. Bunun en büyük delilini GAP Projesi ve Atatürk Barajı engellemeleriyle gördük. Bir yönü ile de, terör, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde, gerçek kalkınma hareketinin sinsi bir düşmanıdır. Kalkınmamışlığı bahane gösterir. Kalkınma faaliyetlerini engeller.
Bu süreçte görüldü ki, bütün Türkiye gibi, bölge halkın talebi de kalkınmaktır, sanayileşmektir. Kalkınma planları Türkiye’ye çok şey kazandırmışlardır. Bu alanda siyasetçiler çok gayret göstermişlerdir. 1950-1980 döneminde yurt sathını bezeyen büyük eserler satıla satıla halâ bitirilemedi. IMF ile Dünya Bankası, bu hırsla, DPT’yi etkisizleştirme mücadelesi verdiler. Bugünkü Hükümet bunların iddialarına kanıyor, inanıyor. Sonuçta, kalkınma gayreti göstermekte gerilerde kalmış, ekonomik işlevi ise inşaat yapmaktan ibaret kalmış duruma düşüyor. 
TERÖRLE MÜCADELE HARCAMALARI İSTİHDAM YARATICI ÜRETİM YATIRIMLARINI KISITLIYOR
O dönemlerde güneydoğudaki kırsal kesimi biraz daha analiz eder misiniz?
DPT’de çalıştığım yıllarda Köylere gittiğimizde, en çok talep edilen şey, okul ve tohum olurdu. 1980’den sonra köyler jandarma talep ediyorlardı. Kendilerini teröristlerden koruyamıyorlardı. Küçük terörist grupları, köyün malına, ürününe ortak oldular. Köylüler bu yüzden göç etmeye başladılar.. Koruculuk onun için getirildi. Bu olumsuz ortamda bile, halk, refah artışından pay alabilmiş, okumaya, kendini ilerletmeye çalışmıştır. Gidin, İç Ege’nin yolları, köyleri ve dağlarına bakıldığında, Doğu’nun yolları, köyleri ve dağları daha mamurdur. Refahın ilk etkisi, bebek ölümlerinin azalması oldu. Nüfus arttı. Çok çocuktan ise, aile planlaması ile iyi yetiştirebileceği kadar çocuk noktasına iki nesilde gelindi. Terör sadece çok çocuktan beslenmiyor. İstihdam yaratıcı üretim alanları açılmamasından dolayı işsiz kalan genç, terörde geçim arayabiliyor. Öyle aileler gördük ki, bir çocuğu dağda terörist, bir çocuğu köyde korucu, bir çocuğu jandarma olmuş. Çoğu ailede bu bir ekmek parası meselesidir. Halkın sıkıntısı öyle medyada aktarılan gibi değil…
Terörle mücadele harcamaları, istihdam yaratıcı üretim yatırımlarını kısıtlıyor. Türkiye’ye kalkınma planları ile birlikte terörün musallat edilmesinin sebebi de, kalkınma kaynaklarınızı boşa harcatmaktır. .
Terör ile meşru siyasetin arasındaki fark, sadece, iradenin kabul ettirilmesi açısından benimsenen üslupta yatar. Biri ikna yollarını kullanırken, diğeri korku yaratma ve tehdit üslubunu benimser. Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu’sunda 1984’ten bu yana devam eden terör, daha çok, bölge üzerinde yapılan uzun vadeli hesapları örtmeyi hedef alır.
YARIM YÜZYILDIR HALKIN DEMOKRATİK SAĞDUYUSUNU, SİYASETİ ELDE TUTAN KADROLARDAN DAHA ÖNDE OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ
Bugün sürekli özgürlüklerden söz eden demokrasiyi daha da ileriye götürmeyi hedefleyen partilerimiz var. Ama, siyasete, demokrasiye ne denli hizmet ediyorlar, son seçimde alınan sonuçlar ortaya çıkardı. Ülkemizde asıl eksik olan, size göre, nedir?
- Demokrasinin kavram, kural ve kurumları ile tam olarak bilinmesi, şüphesiz bir eğitim ve idrak konusudur. Kaldı ki, bizim eğitim sistemimizde, “demokrasi” temel bir konu olarak işlenmemektedir. Rejim üzerine yürütülen tartışmalar, toplumumuzun bu konuda hangi seviyelere gerilediğini açık olarak ortaya koyuyor.
Partileri demokratik yapıda olmayan bir ülke demokraside ilerleyemez. Benim AK Parti’nin demokrasiyi ilerletme programına katkı için oradaki bir dönemlik varlığım, Partiler Kanunu’nun ve Seçim Kanunu’nun 1980 Anayasası’nın ilgili maddeleriyle beraber değiştirilmesi ve siyasetin finansmanının şeffaflık ve âdil yarışma ilkeleriyle düzenlenmesi amacıylaydı. AK Parti’nin ilk seçimde beklemediği kadar oy alması, Parti içinde yeni bölüşümlere gidilmesini ve bu tür genel demokratikleşme tasarılarının gündeme gelmesini olumsuz yönde etkiledi.
Hâsılı, demokrasiyi, değil ileri götürmek, gereğini yapmak endişesi kimsenin derdi olarak gözükmüyor.  Bu açıdan, siyasi partilerimizin demokrasiye hizmet ettiklerini iddia etmek pek mümkün değildir. Tartışma kültüründen mahrum, farklılığa müsamaha ve saygı göstermekten aciz, konuları zeminlerinde ele almaktan, diyalog ve mutabakat aramaktan bihaber siyaset amatörlerinin faaliyetlerinin, ne siyaset, ne de demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilebilir.
Türkiye’nin siyasi hayatında, genel siyasi, ekonomik ve sosyal meseleleri, bir kimlik siyaseti gözlüğü ile ele almaya çalışan ve zaten çetrefil ve tartışmalı olan bu konulara, bir de kimlik ihtilaflarının barış kabul etmeyen çatışmalarını da ekleyerek, işleri büsbütün içinden çıkılmaz hale getiren anlayışların tayin edici olmaması gerekir. Son Genel Seçimlerde, yetersiz de olsa, küçük bir adımın halk tarafından atıldığı görülmektedir.
Yarım yüzyıldır, halkın demokratik sağduyusunun, siyaseti elde tutan kadrolardan daha önde olduğunu görüyoruz. Seçim sonuçlarına bu sağduyu hep yansımıştır. Bunu değerlendirebilen Meclisler, değerlendiremeyen Meclisler oldu. Siyaset halka tercüman olmak yerine yandaşlara imkân aktararak yerini yanlış tanımlamaya kalktı. Hâlbuki siyasetin halka tercüman olmaktan ötede, çağı yorumlayarak toplumu geleceğe taşımak için büyük atılımları ve gelişmeleri tasarlama ve yönlendirme, öncü olma görevleri vardır. Asıl olan, şüphesiz, ülke gerçeklerinin ve sorunlarının ele alınmasında, siyasi partilerin, enerjik, etkili ve yaygın bir rol oynayarak, süreci ve idraki hızlandırma becerileridir. Birikimli bir toplumumuz, eğitilmiş kadrolarımız var. Umalım ki, yakın bir gelecekte, böyle adımlar atılabilsin.
Sizinle asıl mesleğiniz mimarlık olduğu için konuşmak istediğimiz başka konular da var. Rantiyeciliğin yol açtığı çarpık kentleşme sözgelimi. Bir başka söyleşide gündeme getirmek üzere bugünkü sohbet için teşekkürler.
Bu mülakat vesilesi ile Odatv’nin, şahsıma ve fikirlerime gösterdiği ilgi vesilesiyle  ben size teşekkürlerimi sunuyorum.
Mehmet Dülger _ Nurzen Amuran & Odatv.com - Ağustos/Eylül 2015

CUMHURİYETÇİ BİRLİK PLATFORMU'ndan 29 Ekim Bildirisiİ; Prof Dr Anıl ÇEÇEN

CUMHURİYETÇİ BİRLİK PLATFORMU'NDAN
29 EKİM BİLDİRİSİ
 "Yeni demokrasi projelerinin çökerttiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayabilmesi için, cumhuriyet rejimine tam anlamıyla sahip çıkacak yeni bir cumhuriyetçilik akımına acilen gereksinme bulunmaktadır" 
            "Bizler, CUMHURİYETÇİ BİRLİK PLATFORMU üyeleri olarak, önümüzdeki 29 Ekim 2015 tarihinde  92. Yıldönümünü kutlayacağımız  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin, kurucu önderimiz büyük Atatürk’ün cumhuriyetin genç kuşaklarına emanet ettiği çağdaş uygarlık çizgisinde, ilelebet  var olabilmesi için, uluslararası konjonktürün Türk ulusunu içine sürüklemiş olduğu siyasal çıkmazdan Türk devletinin  kurtulabilmesi amacıyla, yeniden vatansever bir çizgide, milli mücadele görevine çağırıyoruz.
ABD, AB VE İSRAİL PROJELERİ TÜRKİYE'Yİ SARSTI 
Küresel emperyalizmin işbirlikçi ve mandacı bazı aydın kesimlerin aracılığı ile (11 Kasım 1938’den itibaren) ikinci cumhuriyetçilik maskesi altında Türkiye’ye girmesi ve sermaye çevrelerinin dışa açılma bahanesi ile böylesine bir dönüşümü desteklemesi yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti büyük bir siyasal çıkmazın içine girmiştir. ABD’nin yönlendirmesiyle küreselleşme, Avrupa ülkelerinin öncülüğünde Avrupa Birliği ve İsrail’in zorlamalarıyla Büyük İsrail projeleri, Atatürk’ün bizlere miras olarak bıraktığı cumhuriyet devletini fazlasıyla sarsmış ve zayıflatmıştır. 
            Soğuk savaş yıllarında ABD-Avrupa Birliği ve İsrail üçgeninde bir batı emperyalizmi kıskacına sokulan Türk devleti, çeşitli küresel ve bölgesel projelerin batı dünyasından zorla dayatılması nedeniyle küçülerek tasfiye edilme aşamasına getirilmiştir. Dış merkezli emperyalist oyunlara  Türkiye alet olurken,  hegemonya peşinde koşan batılı devletler ve şirketler ile yakınlık içine giren işbirlikçi ve mandacı kesimler, fazlasıyla zenginleşerek ülkenin yeni patronu konumunda oligarşik bir düzen yaratmışlardır.
            TERÖR OLAYLARI VE İÇ SAVAŞ YARATILIYOR
            Eski NATO komutanlarının dile getirdiği gibi, önümüzdeki beş yılda merkezi coğrafyadaki on devletin yıkılacağı açıkça ifade edilirken, Türkiye’nin de Orta Doğulu komşuları ile birlikte toplu bir yok olma senaryosuna feda edileceği görülmektedir. Değişim kılığında öne sürülen yıkım projeleri ile her geçen gün Türkiye Cumhuriyeti batılı emperyalist güçlerin daha fazla etkin konuma geldiği bir yarı sömürge ülke durumuna getirilmiştir.
Dünyanın merkezi gücü olan Osmanlı İmparatorluğu önce yarı sömürge konumuna getirilmiş ve daha sonra da teslim alınarak tasfiye edilmiştir. Bugün aynı oyun Osmanlı sonrasında bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetine karşı oynanmak istenmektedir. 
            Osmanlı İmparatorluğu yarı sömürge konumundan kurtulabilmek için son yüzyılında büyük modernleşme hamlelerine girişmiş ama dış müdahaleler yolu ile bunlar önlenerek, merkezi imparatorluğun çöküşü gerçekleştirilmiştir. Dün merkezi imparatorluğu çökerten batılı emperyalistler, bugün de Osmanlı topraklarında kurulmuş olan ulus devletleri iç karışıklıklar ve savaşlar yaratarak ortadan kaldırılmaya çalışmaktadırlar. Arap baharı girişimleri beraberinde yeni terör olayları ve iç savaşlar yaratarak, bu yönde merkez ülkelerin tasfiyesini hızlandırmıştır.
            KAPİTOKRASİLERİN DEMOKRASİLERİN YERİNİ ALDIĞI GÖRÜLMEKTEDİR
            Uluslararası gelişmeler doğrultusunda, reform isteyen ikinci cumhuriyetçiler, mandacı işbirlikçiler, alt kimlikçi federasyoncular, ılımlı İslamcı görünen şeriatçılar ile emperyalizm ve Siyonizm ile her türlü işbirliğine açık olan oportünistlerin oluşturduğu hukuk dinlemeyenler koalisyonu üyeleri, ortaklaşa Atatürk’ün çağdaş cumhuriyetine saldırmaktadırlar. Emperyalizmin desteklediği kayıt dışı ekonomi sayesinde elde edilen sıcak paralar,  mafya örgütleri sayesinde yeraltı dünyasının ülkede daha da güçlenmesine yol açmıştır. Kaynağı belli olmayan sıcak para trafiği ile Türkiye iyice sömürgeleştirilmektedir.
Bu kesimler ile işbirliği yapan siyasal çevreler de, hem bu tür ilişkilerden paylarını almakta, hem de çıkar ilişkisi içinde oldukları yeraltı dünyasına karşı hiçbir önlem almayarak bir anlamda dolaylı destek vermektedirler. Küresel sermaye medya alanını bütünüyle denetimi altına alarak kamuoyunda aykırı seslerin çıkmasına izin vermemekte ve halk kitlelerinin eskisi gibi uyutulması misyonunu daha gelişmiş yöntemler ile devam ettirmektedir.
Bir anlamda, dünya ülkelerinde demokrasilerin halk egemenliğinden sermaye egemenliğine doğru kaydırıldığı ve bu doğrultuda gündeme gelen sermaye egemenliği anlamında kapitokrasilerin demokrasilerin yerini aldığı görülmektedir.
Bu kadar çok yönlü olumsuz gelişmeler karşısında nüfusu seksen milyona yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti devletinin silkinerek toparlanması ve kendine gelmesi gerekmektedir. Küresel sermaye daha küçük devletler istediğinden bütün dünya, uluslararası terör örgütleri aracılığı ile bir kargaşa ortamına doğru sürüklenmektedir. Emperyalizmin desteğindeki terör örgütleri aracılığı ile bilinçli bir biçimde kaos ortamı yaratılmakta ve kaostan sonra yeni bir düzen arayışı öne çıkarılmaktadır.
Kentlerde gökdelenlerin yapıldığı merkezi alanlardaki eski evler nasıl yıkılıyorsa ve gökdelenler aracılığı ile geleceğin kent devletleri yaratılmaya çalışılıyorsa, benzer biçimde bölgesel federasyonların oluşturulabilmesi için de, ulus devletler parçalanarak tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Yeni demokrasi plân ve projeleri doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalışılan bu dağıtma operasyonunda emperyal güçler yerli ortakları (dâhili bedhahlar, dönme, devşirme, etki ajanı ve kriptolar) ile devletlere karşı savaş açmışlardır. 
            Bir anlamda demokrasi adına sivil toplumlar öne çıkarılırken, diğer yandan da toplumlar ile devletlerin (hafızaları silinmekte) geçmişten gelen bağları kopartılmaktadır. Daha önceleri toplumlar kendi devletlerini kurarken, şimdi sivil toplumculuk adına toplumlar kendi devletlerine karşı ayaklandırılmaktadır. Geleneksel demokrasiler yeni demokrasilere dönüştürülürken, milletler sivil toplumlara dönüştürülmekte ve bu yoldan devlet millet birlikteliği ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
            EMPERYAL PROJELER
            Yunanistan devleti, küresel emperyalizm modeline uygun olarak kurulan Yeni Demokrasi partisinin uzun süreli iktidarları döneminde yarı sömürge konumuna düşerek iflas ettirilmiştir. Türkiye’de de bir zamanlar iş adamları derneği başkanı Yeni Demokrasi adıyla (Cem Boyner) bir parti kurmuş, boğazdaki zenginlerin temsilcisi olarak ekonomi üzerinden devleti yönetmeye kalkışmış ama Anadolu halkının sağduyusu nedeniyle yüzde bir oy bile alamamıştır. Para basma hakkı elinden alınan her devlet piyasaya mahkûm edilirken, ekonomik oyunlar ile tasfiye edilme aşamalarına getirilmektedir. 
            Bölgesel para projesi yüzünden Avrupa Birliği, Büyük Almanya’ya dönüşmüş ve diğer Avrupa devletleri piyasa üzerinden yönetilir hale getirilerek gerçek anlamda bir devlet olma durumundan uzaklaştırılmışlardır. Yeni demokrasi adı altındaki emperyal projeler, devletleri dağılma noktasına getirdiği gibi cumhuriyet rejimlerini de çökme tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti böylesine bir emperyal projenin tehdidi altındadır.
            Büyük Atatürk’ün kurmuş olduğu çağdaş cumhuriyet rejimi ulusal ve merkezi bir konumda geleceğe dönük yaşamını sürdürürken, dıştan kumandalı emperyal manipülasyonlar yüzünden ilelebet payidar olamama tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu nedenle, yeni demokrasi projelerinin çökerttiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayabilmesi için, cumhuriyet rejimine tam anlamıyla sahip çıkacak, yeni bir cumhuriyetçilik akımına acilen gereksinme bulunmaktadır.
            Türkiye Cumhuriyeti’nin (kurucu önder Atatürk’ün Türk ulusuna hedef gösterdiği gibi), ilelebet payidar olabilmesi için yeni bir cumhuriyetçilik (akımı, aksiyon ve zihniyeti) gerekmektedir.
Putin’in yıllardır Rusya’yı büyük bir devlet olarak yönetmesini sağlayan akım ve partinin adının “Rusya’nın Birliği" olduğu dikkate alınırsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin de yeniden doğarak güçlü bir biçimde yola devam edebilmesi için bir "Cumhuriyetçi Birlik" hareketine ihtiyaç vardır. 
            Cumhuriyetçi Birlik Platformu, bu gereksinmeyi karşılayabilme doğrultusunda yeni bir cumhuriyetçi hareket olarak, Türk ulusunu “Cumhuriyetçi Birlik” çatısı altında toplayarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yirmi birinci yüzyılda hak ettiği yere gelebilmesi için Kuvva-i Milliye’nin devamı olan yeniden milli bir mücadeleye çağırmaktadır.

            Cumhuriyetçi Birlik Plâtformu
Üye ve Aydınları Adına
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
19 Ağustos 2015 Çarşamba 
(Not: Bu bildiri, 22 Ağustos 2015 Cumartesi günü itibarıyla 53 Aydın tarafından imzalanmıştır)

17 Ağustos 2015 Pazartesi

VAHŞİ BATI, UZANTI-BAĞLANTI, MENFUR FURYA VE KORKUNÇ SENARYOLARI!,

ABD’li Yahudi, Bankacı David Rockefeller
Mustafa Nevruz SINACI
Piyasada dolaşan kitaplar, dergiler ve sair yayınlar ile özellikle, adına Sosyal Medya dediğimiz internet ortamında aylardır sürekli manipüle edilen bir dizi yazı. Yazıda, kesinlikle kabulü mümkün olmayan ve ekseri yalan pek çok iddia ve ileri sürümler var. Ülkemizde hain, dönme-devşirme, kripto güruhunun tavan yaptığı bu günlerde; Tarih boyunca Türk, İnsanlık ve Müslüman düşmanlarının sistematik yalan, iftira, furya ve kurgularını araştırıyorum..
Bu meyanda, Cumhuriyetten beri dâhili bedhahlar tarafından, her daim Türk dostu gibi gösterilmeye çabalanan Arnold Joseph Toynbee’ye ait olduğu sabit, Türk düşmanlığını teşvik amacıyla nifak tohumu ekme amaçlı “bilgi not”ları incelerken; (veriler ayrı bir makale halinde yayınlanmıştır.) Ancak, Arnold Toynbee hakkında her yaptığım konu, içerik, anlam ve başlık taramasında karşıma: “ABD’li Yahudi bankacı işadamı David Rockefeller’in, “son yüzyılın en büyük itirafları” adlı, (muhtemelen ısmarlama) çok yaygın bir metinle karşılaştım.
Sonradan tespit ettiğim onlarca benzeri gibi, Arnold Joseph Toynbee, evveli, ahiri ve bütün zamanlar içinde; Özellikle papalık & babalık tandanslı vicdan yoksunu, kiralık beyin güruhu tarafından ekilen, kin, kan, sözde intikam ve nifak tohumlarının adeta gerçekleştiği yahut da sistemli olarak gerçekleştirildiği intibaını veren; Ustalıklı yalan, nitelikli sahtekârlık, siyaset mühendisliği ile komplo teorisi üreticiliği tezgâhında mamul bu itirafnameyi buldum ve “insanlık adına derin bir utancın haykırışı” olan sözde itirafı büyük bir dikkatle inceledim. 
Burada gördüğüm ve bütün Türk Milletinin de bilhassa görmesini, bilmesini istediğim hadise şudur: Biz, zamane Türkleri hariç olmak üzere, bütün dünya aydınları, bilim insanları ve kanaat önderleri emindirler ki; Türk milleti cevheri aslisi çok yüksek-hars olarak asil, aziz; Gerçekte âlim, adil, akil, mucit, keşşaf ve muktedir bir millettir. Adaletin hamisi, medeniyetin banisi; Küresel barış, Evrensel hukuk, huzur, eşitlik, emniyet ve güven ikliminin tarafsız, adil ve yegâne mimarı Türk Milleti’dir. İnsanlık, başta yazı-harf ve rakam olmak üzere; Başlangıç itibarıyla her iyi, doğru ve mükemmelin Türk’lere ait olduğunun farkındadırlar ve iyi bilirler!
Ancak, bencil, emperyalist, hırsız, yolsuz, sömürgeci ve haramzade batı; Ateist, Pagan ve Musevilik ile İseviliği fütursuzca tahrif eden güruh bu ilmî gerçeğin (bir zamanlar bilindiği halde) şimdi asla bilinmesini istememektedir. İşte, tarihi büyük bekraund’unu Türklerle savaş olarak tasarlayan, batı sürgünü ABD ile bizatihi vahşi batının kompleksi korkusu ve meş’um hırs ve ihtirasının odak noktası budur. Kirli batıyla vahşi uzantıları, Türk milleti ve Müslüman âleme karşı, inanılmaz bir aşağılık kompleksi içinde kıvranmakta; Bunun doğal sonucu olarak da, öncelikle Türk, buna paralel olarak da İslâm âlemini rahat bırakmamaktalar. Son 10 yılda, 12 milyon civarında Müslüman’ın alçakça katledilmesi, en zalim soykırımlar, katliam, tehcir, akıl almaz eziyet, zulüm, baskı, tasallut ve işkencelerin nedeni budur.
Bu gün 500 milyon dolayındaki Türk dünyası’nın 430 milyonu esirdir. Sözde özgür ve bağımsız, hür ve hükümran sanılan; Başta Azerbaycan olmak üzere, hiçbir Türk Cumhuriyeti ile akraba topluluğu maalesef özgür değil!.. Rusya ve Çin’in lânetli, baskısı, takip, tasallut ve sömürüsü altında, en son KIRIM aynı mâkus akıbete maruz kalmıştır. Oysa Ukrayna çekildiği an Türk Bayrağı asılması hukuk-u düvel (uluslar arası kabul görmüş anlaşma) uyarı hakkımız olan, Türk ve Müslüman Kırım’a (Küçük Kaynarca Antlaşması imkân verdiği halde) cesaret gösterilip Türk Bayrağı asılamamıştır. Bu büyük bir utançtır, ayıptır, Rusya korkusudur.
Balkanlardaki rezillikler saymakla bitmez. Bosna Hersekte, dönemin hain dönmeleri ile Kürt kisvesine bürünmüş taşnak/hınçak uşakları tarafından onay verilen daytın anlaşması icabı Boşnaklar perişandır. Güvenlikten vareste, huzursuz, gerilim ve tedirginlik içindedirler. Çin mezalimi Doğu Türkistanlı kardeşlerimize kan kustururken, dibimizdeki kötü Yunanistan Türk azınlığa her türlü domuzluğu yapmakta, Bulgaristan ise Türklerle oyun oynamaktadır.
Afrika’nın büyük bir bölümünde Müslümanların maruz kaldığı vahşi saldırılar, açlık, yokluk ve yoksulluk; İntikam, katliam, Müslüman etlerinin pişirilip çarşı/Pazar kebap yapılıp satılması; Myanmar/Arakan alçaklığı, (sözde) Müslüman Ülke sanılan devletlerin alçaklığıdır.   
İşte, bu nedenle mezkür metni: “Âlemlere ibret olsun, velev ki, Türk milleti okusun kendine gelsin uyansın”; İdrak mekanizması açılsın, iman-iz’an ve şuur zaviyesinde, gönül ve göz aynasında halini görsün, “akıl edip düşünsün” diye yayınlamayı, yaymayı ve paylaşmayı düşündüm. Bu sunum bana aittir. Ancak aşağıdaki metin bire bir kaynağından alındığı gibidir.       
“Rockefeller’e atfedilen bu itiraflar, aslında hepimizin bildiği tarihi gerçekler..
İşte David Rockefeller’in söyledikleri:
TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA
“MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK
(MNS: Bu külliyen uydurma, yalan ve iftiradır. Zira Marshal yardımı CHP zamanında başladı. İlk defa CHP, Chp başkanı ve Cumhurbaşkanı İ. İnönü tarafından 1947 ve 1948 yıllarında resmen alınıp fiilen kullanılmaya başlandıAyrıca, İncirlik Üssü tahsisi; Milli Eğitim’in (ABD) teslimi dâhil olmak üzere en ağır, onursuz ve sorumsuz anlaşmalar yapıldı. Dolayısıyla Amerika’nın Türkiye’ye el atması Menderes yoluyla ve marifetiyle değildir; Tam tersine İsmet İnönü ve CHP yoluyladır.. Kaldı ki, C. Bayar, A. Menderes ve arkadaşları öncülüğündeki DP’nin iktidara gelmesinde, mezkür belgede iddia olunduğu biçimde Amerika’nın hiçbir surette dahli, ilgi ve katkısı yoktur.)
Meselâ Türkiye’yi ele alalım.
Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır.
1950’lerde ülke yönetimine bizim desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı.
Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı.
Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu.
Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu.
Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece Celâl Bayar kurtuldu, çünkü bir Mason’du ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.
1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI
(MNS: Bu, tam anlamıyla KUYRUKLU BİR YALANDIR. Şerefli Türk Milleti ve dönemin Milli Ordusuna yapılmış iğrenç bir iftiradır. Zira malum ve mezkür müdahale öncesi günde onlarca bomba patlar, baskın, isyan ve kurtarılmış bölge savaşları yapılır ve ortalama 25-30 vatandaşımız cinayet, kalleş saldırı, intikam ve katliamların kurbanı olurdu. Dolayısıyla 12 Eylül; Onurlu-sorumlu, şerefli ve şanlı Türk Ordusunun “silsile-i meratibe” uygun olarak; Hak, adalet, vazife şuuru ve hukukun içinde müdahale ederek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sahip çıkmasından; İhanet şebekelerinin tasallutundan ve hain siyasetin ihanetinden kurtarmaktan ibaret meşru ve yasal bir harekettir.)  
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı.
O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik.
Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.
BİNLERCE TÜRK GENCİ
UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
(MNS: Eğer bulabilirseniz “KARAYILAN DOKTRİNİ” isimli kitabı bulun ve dikkatle okuyun lütfen!.. Bu kitapta, gerçekten de dış güçlerin manipülâsyonu (güdüm, destek ve teşviki) ile Türkiye’de uygulanan hain plânları, soygun-vurgun, kalleş cinayet, faili meçhuller ve hiç ummadığınız kimselerin ihanetlerini görün.)
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, “Ordo Ab Chaos” ile çözüldü.
Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü.
Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı.
Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.
ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA
KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
(MNS: Bu iddia gerçekten doğru. Üstelik Özal TL’yi konvertibil ettiği halde, dünya çapında dolaşıma sokmaya muktedir olamadı veya beceremedi. Dolar karşısında Rte/Akp hükümet ve icraatlarından sonra TL’yi en çok değersizleştiren Özal; ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İsrail ile Rusya’nın telkinleri doğrultusunda Kuzey Irak - Çevik Kuvvet, Uçuşa Yasak Bölge bağlamında anarşi, terör ve tedhiş örgütlerine çok büyük taviz ve ivazlar vererek, ülkeyi bu kaosa taşımanın suçlusu da Özal’dır.. )  
Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler.
Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu.
Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı.
Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.
TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ,
ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU
(MNS: 27 Mayıs 1960’dan itibaren başlayan rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk ve devlet eliyle soygun-vurgun vakıaları ivme kazandı; Çok büyük bir etkinlik alanına yayılma imkânı buldu; “BENİM MEMURUM İŞİNİ BİLİR” söyleminden de açıkça anlaşılacağı üzere haksızlık, adaletsizlik aldı yürüdü. Yalan-talan, soygun ve vurgunun önü alınamaz hale geldi..1982 Anayasası’nın en adil, insani ve demokratik hükümleri kaldırılarak, siyasette kalitesizlik, diktatörlük, vesayet ve yozlaşmanın önü açıldı.) 
Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler.
İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler.
Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek: Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikâyesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.
“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ”
HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK
(MNS: Gerçekte bu örgüt, ilk defa 27 Mayıs kalkışmasından sonra Milli Birlik Komitesi ve CHP iştiraki ile Sivas Kamplarında kuruldu. İlk “Kürt Sorunu” raporu ve bölücü söylemleri İşçi Partisi (Doğu Perinçek) ile CHP (İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Deniz Baykal) ihanet plânları, hain projeleri ve sistemli “Amerika, Fransa, Almanya, Yunanistan, Rusya ve İsrail’in) çabaları ile oluşturuldu. (Başta Mahir Kaynak olmak üzere, Pek çok belge ve kitapta iddia olunduğu veçhile; Pkk ve türevlerinin de, bizzat MİT eliyle kurulduğu istikametindeki söylemler oldukça yaygındır…) Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı görevlerinde de bulunan, bir dönem DYP başkanlığı da yapmış olan Mehmet Ağar’ın “DÜZ OVADA SİYASET” söylemini müteakip; Rte/Akp mihraklarınca “Çözüm Süreci” kapsamında ivme kazandırılarak bu kanlı, kirli, kaotik ve buhranlı günlere kadar taşındı…)      
Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık.
Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakârlık etmek zorunda kalacak.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ…
SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
(MNS: Su konusunda, başta Süleyman Demirel olmak üzere Turgut Özal ve AKP dönemlerinde çok büyük tavizler verildi. GAP defalarca sekteye uğradı/uğratıldı. Güney Doğu bölgesinde “özel surette” beslenerek desteklenen anarşi, terör - tedhiş; Başta GAP olmak üzere bölgede yapılan, gelecekte yapılması plânlanan ve GAP gibi kısmen de olsa fiilen yürüyen yatırımları sabote, tahrip, tarumar ve devam eden önemli inşaatları imha konusunda 30-40 yıl boyunca saldırılar hiç dinmedi, dindirilmedi!..
UNUTMAYIN!.. 1. Lânetli Türk-Müslüman düşmanı Gâvur: “Türkiye, asla Türklere bırakılmayacak kadar değerlidir” diyor. 2. Ülkemizde 1984’lere kadar, bütün dere, ırmak, göl ve nehir suları içilebilir; Şehir Şebeke suları tereddütsüz kullanılır ve sahillerimizin her köşesinde tam bir güvenle denize girilebilirdi. Şimdi artık, şebeke suları içilmek bir yana, neredeyse kullanılamıyor. Sahillerimiz pislik, lâğım atıkları ve mikrop içinde. Suyu içilebilecek akarsu kalmadı. Hatta akar, dere, göl-gölet ve nehir bağlısı akarsularımızın çoğu “HES Belâsı yüzünden” yok oldu. Ülkede su parayla!.”    
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor; Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince: Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir. İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır.
Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
EN ÖNEMLİSİ, “TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR”
VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
            (MNS: “Biz, zamane Türkleri hariç olmak üzere, bütün dünya aydınları, bilim insanları ve kanaat önderleri bilmektedirler ki; “Türk Milleti cevheri aslisi çok yüksek, hars olarak asil, aziz; Gerçekte âlim, akil, mucit, keşşaf, namuslu-dürüst, demokrat, onurlu, sorumlu ve muktedir bir millettir. Adaletin hamisi, medeniyetin banisi; Küresel barış, Evrensel hukuk, huzur, eşitlik, emniyet ve güven ikliminin tarafsız, adil ve yegâne mimarı Türk Milleti’dir. İnsanlık, başta yazı-harf ve rakam olmak üzere; Başlangıç itibarıyla her iyi, doğru ve mükemmel’in Türk’lere ait olduğunun farkındadır.”
Konuyla ilgili olarak: Gene D. Matlock [81 yaşında olan yazar Amerikan vatandaşı El Dorado. Kızılderili ataları olan yazar uzun yıllar Meksika’da bulundu ve eşi Meksikalıdır. Kansas’ta doğdu. Bir süre University of New Mexico’da okudu. Aralık 1951’de Meksika’daki Mexico City College’dan İspanyol ve Güney Amerika İlişkileri’nden (Spanish and Latin American Affairs) B.A. derecesini aldı. Daha sonra Deniz Piyadesi olarak bir süre Kore’de bulundu. Ardından Panama ve Meksika dâhil tüm Orta Amerika’yı gezdi. New Orleans’deki Tulane Üniversitesi’nden İspanyolcadan M.A. derecesini aldıktan sonra öğretmenlik yaparak emekliliğe ayrıldı. Hayatı boyunca yaptığı araştırmalarını 1980’den beri yoğunlaştırarak Türk, Hint ve Amerikan yerlilerinin ortak özellikleri üzerinde kitaplar ve birçok makale yazdı. “What Strange Mystery Unites the Turkish Nations, India, Catholicism, and Mexico?: A Concise but Detailed History of Things Divine and Earthly” isimli kitabını yakın zamanda yazdı. Aralık 2008’de kitabı “Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz” adıyla Türkçeye kazandırdı. Çeşitli kanıtlar ışığında Orta Asya’yı ve Türkleri uygarlığın beşiği olarak gören kitap, okurlardan büyük ilgi gördü ve şu an üçüncü baskı aşamasında.] Muazzez İlmiye ÇIĞ, Kâzım MİRŞAN, Haluk TARCAN ve Servet SOMUNCUOĞLU adlı Evrensel Bilim Adamı, Araştırma-Tarihçi ve Yazarları LÜTFEN dikkatle okuyunuz…)
Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır.
Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler.; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.
Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra zigguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.
MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK,
BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
(MNS: İşte bütün mesele budur. Bu nedenle vahşi batı Türk ve İslâm âlemi üzerinde kara bulutlar estirmekte; Ülke yöneticilerinin kalitesini düşürmekte ve peş peşe ihanet; Anarşi, terör, tedhiş, şer ve şeamet örgütleri kurmak suretiyle Tükler ile Müslümanlara dirlik vermemek için ellerlinden geleni yapmaktadırlar.)  
Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine bin bir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.
Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.
TÜRK MEDENİYETİ HAKKINDA TOPLU/ÖZET BİLGİ: 
(“Bugün için dünyanın en güçlü devleti olan ABD’nin kuruluş yaşı 239 dur. Amerika Kıtasının bulunması ise yaklaşık 500 yılı bulur. Hâlbuki Türkiye Devletinin üzerinde bulunduğu topraklar, insanlık tarihi ile eşdeğerdir. Şanlıurfa-Göbeklitepe’de 1995 yılından beri yapılmakta olan arkeolojik çalışmalarda bulunanlar, insanlık tarihi hakkında bilinenlerin yeniden düşünülmesini gerektirecek, bilgileri değiştirecek, dinler tarihini yeniden sorgulatacak niteliktedir. Göbeklitepe tarihin en eski ibadet merkezlerindendir. Bulgular, bugünden 12.000 yıl öncesinde kurulduğunu kanıtlamaktadır.
Yani Türklerin vatan toprakları üzerinde, ABD Devletinin kuruluşundan 11.761 yıl önce, İngiltere’de bulunan Stonehenge’ den 7.000 yıl önce, Mısır Piramitlerinden 7.500 yıl önce medeniyet vardı. Bu topraklar, insanlık tarihi boyunca hemen tüm medeniyetlere ev sahipliği yapmış yerlerdir. Büyük Atatürk’ün teşvik ettiği "Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi" projesinden, Atatürk öldükten sonra devlet desteği çekildi!
Prof. Dr. Kazım Mirşan bu konudaki eşsiz çalışmaları, Haluk Tarcan’ın çabaları, rahmetli Servet Somuncuoğlu’nun 5.000 in üstündeki "Kaya Yazıtları" ve on binlerce “Damga” bulguları ile Van’da 25 yıl süren ve yabancı bilim adamlarının da katıldığı çalışmalardan elde edilen sonuca göre; -Yazı M.Ö. 16.000 yılında Türkler tarafından icat edildi., -Roma’nın küllerinden kurulduğu medeniyet olan ETRÜSK’ler, Türk’tür. Etrüsk yazıtları ilk kez 1970 senesinde Kazım Mirşan tarafından okundu., -Romalılardan önce İtalya’da yaşayan Etrüsklerin konuştuğu dil olan Etrüsk’çe, Ön-Türkçe kökenlidir., -İskandinavya dâhil, tüm Avrupa’da 5.000 den fazla Ön-Türkçe yazıt bulunmaktadır., -Norveç-İsveç-Portekiz ve Fransa’da mağaralardaki yazıların Türk Damgaları (harfleri) ile okunduğunda anlam kazandığı kesinleşmiştir… BİLMİYORSANIZ YÖNETEMEZSİNİZ; Rıfat SERDAROĞLU, 14 Ağustos 2015)
OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI
(MNS: Osmanlı’yı yıkmak için ta 1300 yıllarında harekete geçtiler. 1700 yılına kadar hep yıkılan, Osmanlı tarafından tokatlanıp-tekmelenen kendileri oldu. Lâkin 1700’den itibaren Osmanlı’nın istikametten şaşması, hakkaniyet, hakikat ve adaletten ayrılarak, lüks, ihtişam, keyif, sdaltanat ve sefahahata dalması ile birlikte duraklama devri başladı. Bununla beraber hepsi biden Osmanlı’nın üzerine çullanıp en kalleş biçimde hitamına [Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına] neden oldular.)
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.
Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı.
İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi.
Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı.
Tabii Hürrem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı.
Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar.
I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.
HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ,
ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER
İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
(MNS: Çok dikkatle araştırıldığında Birinci Dünya Savaşının, ne pahasına olursa olsun Osmanlı Devleti’ni parçalayıp yok etmek.; İkinci Dünya Savaşınınsa “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen sömürü, soygun, vurgun, milletlerin haklarını gasp, irtikap; Aleni ve cebri hırsızlık furyasının yerleştirilmesi ile proje sahibi İzrail (Tanrıyla savaşa tutuşma vaziyeti ısrarla sürdürülen zorbalar) kavmine bir devlet oluşturmak maksadıyla, düzen olarak tezgâhlandığını açıkça görebilirler.Ki, bu tezgâhla milyonlarca insan katledildi!.)
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu.
Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı.
İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi.
Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.
ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA
ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı.
Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.
İSRAİL DEVLETİ,
ROTSCHILD AİLESİ’NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU
Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948’de Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.
SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ,
MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
(MNS: Tıpkı Sosyalizm ve türevleri gibi Komünizm de bir SİYOM (siyonizm) plânı ve insanlığı sömürme projesinin iğrenç parçasıdır. Bu sayede milyonlarca Türk, Müslüman, Hazar Musevisi ve Hıristiyan hunharca işlenen cinayetlerle katledilmiştir. Kalanlar dinsizleştirilip, bütün semavi vahiy dinleri “insanı uyuşturan ve çalışmaktan alıkoyan afyon olmakla” suçlanarak, mensupları en insanlık dışı katliam, soykırım ve sürgünlere maruz bırakılmıştır.)    
Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W. A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi.
Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.
ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE
AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.
VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA,
AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ
ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
(MNS: Başta insanlar olmak üzere; Yaşam boyutunun zorunlu ve mutlak ihtiyacı, olmazsa olmaz tamamlayıcı unsuru bitkiler, hayvanlar ve ilmen canlı kabul edilmesi gereken su, ateş ve hava (anasırı Erbaa)  insanlıkla, sürdürülebilir hayat ile özdeştir. İnanç boyutunda durumu ve konumu her ne olursa olsun; En azından, sıradan bir hayvan kadar içgüdü sahibi olan insan formundaki mahlûk önce hemcinsini; Sonra da hemcinsinin yaşaması için elzem olan “tabiatı” (doğal kombinasyonu) özenle korumak zorundadır.
            Kelime ve kavram bazında çok büyük ve köklü bir millete ait olan “uygarlık” düzeyine ulaşmış, diğer bir deyimle “medeni” (Arap toplumundaki vahşi çöl varlığı bedeviye karşılık gelir)  topluluklar için bu bir yaşam biçimidir. Uygar toplumların; Birbirlerini, yaşamak için muhtaç bulundukları bütün türleri ve tümden doğal dengeyi bilinçsizce tahrip ve tarumar eden yığınları tedip ve terbiye etme hakları vardır.    
            Fakat 1900 – 2000 yıllarına rastlayan ve sözde “yenidünya düzeni” nam bir nitelikli sahtekârlığın, çok kanlı bir dayatma sonucu hayata geçirildiği 20. Asırda bu iddianın büyük bir yalan ve iğrenç bir palavra olduğunu görüyoruz. İşte ispatı:   
            En çok insan öldürenler, Müslümanlar mı, ateistler mi, Bati mi?
Yirminci asırda kimler daha çok gaddarlık, alçaklık yapmış insanları (Democide) soy kırımlarla, katliamlarla siyasi cinayetlerle öldürmüşler? Kaç kişi savaşlarda ölmüş bir listesini yapmaya çalıştım. Çünkü günümüzde maalesef herkes ezbere konuşuyor.
Bizi ilgilendiren tarafı hakkında şunu söyleyebilirim:
(1) Müslümanlar bütün cinayet, katliam, soy kirim, savaş sonucu gerçekleştirilen ölümlerin sadece %1.8'ini yapmışlar. (aşağıda detayları var. Daha detaylı okumak isteyenler için alınan kaynaklara ait referanslar verilmiştir.)
(2) Bütün bir Müslüman Dünyanın öldürdüklerinin %29.4'u (1,883,000 kişi) Osmanlı (daha ziyade İttihat Terakki) dönemine, %13.7'isi (878,000 kişi) ise Cumhuriyet döneminde öldürülmüş. Müslümanların öldürdüklerinin %43.1'i Osmanlı + Cumhuriyet dönemine ait.
1900-2000 seneleri arasında dünyada kendi devletleri tarafından öldürülenlerin (soy kirim, katliam, politik sebeplerden dolayı öldürülenler) sayılarına bakarsak:
Bütün Dünya’da ................................262,000,000 kişi öldürülmüş.
Ateist ülkelerde (en azından)*...........158,451,000 kişi (Toplamın %60'i)
Müslüman Dünya’da (en azından)..4,993,000 kişi (Toplamın %2'isi)....
Bunların 1,883.000'i Osmanlı, 878,000'i Cumhuriyet doneminde.
Bati dünyası ve sömürgeciler........70,946,000 kişi (Toplamın %27'isi)
Diğer ülkeler............................28-29,000,000 kişi (Yaklaşık toplamın %11'i) (1)
Bu rakamlara göre:
(a) Kendi yurttaşlarına en az katliamlar yapan, soy kirim uygulayanlar Müslüman Ülkeler. Tüm dünya’ya göre: %2 oranına sahipler.
(b) En fazla cinayet, soykırım ve katliamları ateist ülkeler yapmış. Müslümanların tam 30 misli. Ateist ülkeler listesinde Rusya, Çin ve diğer komünist ülkeler var.
(c) Bati ülkeleri ve emperyalistler toplam soy kirim, katliam ve cinayetlerin %27'isini işlemişler. Emperyalistlerin toplamı 50.000.000 ve bütün bir kolonici/emperyalist/sömürgeci döneme ait; sadece 20. asra değil. Buna Amerikan yerlileri ve öldürülen zenciler dâhil mi belli değildi. (2)
(d) Aynı dönemde, sadece savaşlarda öldürülenlerin ise 80-110.000.000 civarında. (3) Bunların 1.400.000'i Müslümanlara ait (savaşta çarpışan taraflardan birisi Müslüman diğeri değilse, yarısı alınmış) Yani savaşta öldürülenlerin %1.5'ugu Müslümanlar tarafından öldürülmüş. (4)
(e) Müslümanlar, savaş/siyasi hepsi dâhil bütün öldürülenlerin %1.8'inden mesul. SONUC: DEMEK KI, Müslümanlar kanlı savaşlar, cinayetler, katliamlarla en az insan öldürenler. Müslüman olmayan dünya 55 misli daha fazla insan öldürüyor. Mustafa Nevruz SINACI, Ankara: Ulusal Anayurt Gazetesi, 03 Ağustos 2015)
Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim;
Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı. Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi. Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.
Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü. Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.
1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar. Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.
ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK,
SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU,
URUGUAY, ANGOLA’DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER
BİZİM PLANLARIMIZDI
(MNS: İlluminati’nin Hedefleri ve Dünya Hakimiyeti; Hazırlayan: Önder Demir
Dr. John Coleman, "Conspirator’s Hierarchy" isimli kitabında İlluminati’nin hedeflerini söyle sıralıyor: 1- Tek bir din ve onların kontrolü altında olan tek bir para sistemi ile bir dünya hükümetinin kurulması., 2- İnsanların tüm ulusal kimlik ve ulusal gururunun mutlak şekilde imhası. (Çünkü ancak böyle bir uluslar üstü dünya hükümeti toplumlara kabul ettirilebilir.) 3- Bütün yeryüzündeki dinlerin gözden düşürülmesi ve imhası. (Sadece onların dini Satanizm hariç.) 4- Dış uyaranlarla zihin teknikleri, 25. kareler, subliminal mesajlar ile kontrol edilebilen ve bu sinyallere, mesajlara cevap veren insan robotların yaratılması., 5- Bilgisayarın ve hizmet sektörünün dışında sanayileşmenin sonu. (Amaç, bir"post-endüstriyel sıfır büyüme toplumu"dur. Kalan sanayiler düşük maliyetli üçüncü dünya ülkelerinde üretilecek.) 6- Uyuşturucu kullanımı ve pornografiyi yasallaştırarak toplumlara yaygın olarak kabul ettirmek ve sonunda gayet normal kabul edilir bir "yaşam biçimi" yapmak., 7- Büyük şehirlerden kente göçü zorlamak ve Kamboçya’daki gibi Pol Pot çizgisinde faaliyetler., 8- İlluminati hedeflerini hizmet verenlerin dışında tüm bilimsel gelişmelerin bastırılması., 9- 2050 yılına kadar üç milyar insanın erken ölümüne neden olacak bir taraftan"lokalize savaşlar" diğer taraftan "açlık ve hastalık"., 10- İnsanların moralini zayıflatarak ve kitlesel işsizlik ile işçi sınıfını demoralize ederek böylece ilaç ya da alkol bağımlılığına sürüklemek, gençlerde uyuşturucu kullanımının ve agresif müziğin teşvik edilmesi, aynı zamanda aile biriminin zayıflaması ve dağılmasına yol açar.)
Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu. Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü. Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
Brezilya'da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı. 1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.
Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi 3. dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.
BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ,
AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
(MNS: Bu iddia kelimesi kelimesine doğrudur. Zira özellikle, bilhassa Türkiye ve İslâm ülkelerinde yaşanan bütün kasıtlı, kanlı, organize/plânlı-programlı anarşi, terör, tedhiş, sabotaj, cinayet, soygun, vurgun, yolsuzluk, donsuzluk ve soysuzlukların ardında kesinlikle vahşi batı “AB+ABD” vardır.) 
Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız. İstanbul sinagoglarına yapılan saldırılar, Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı. New York ikiz kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Arabistan da ki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler. Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;
DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI
BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ
“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur.
Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dâhildir.
NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA
VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER? DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN,
BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz.
Hiç düşündünüz mü?
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.
İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu…
David Rockefeller
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
2. https://tr.wikipedia.org/wiki/David_Rockefeller
            3. http://demokratlar09.blogspot.com.tr/2015/07/david-rockefeller-turkiyeye-adnan.html