“Siyasi hayatımızda bugün
yaşanan güçlüklerin kaynağında, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol
Partisi gibi bir merkez partisinin anlayışının ve kadrolarının bulunmaması
yatıyor…”
Nurzen Amuran: Merkez partisi
diye değerlendirip milletvekili olduğunuzu söylediğiniz AKP, bugün dışardan
baktığınızda “merkez partisi” olma niyetini sürdürüyor mu, geleneksel muhafazakârlık
mı ağırlıkta yoksa dinsel ağırlıklı bir muhafazakârlığı mı ön plana taşıyor,
çağdaş demokrasiyle bağlantıları nedir?
Mehmet Dülger: Demokrasiyi
ilerletme görüşlerine destek vermek için, benim AK Parti milletvekili olduğum
dönemde (2002 – 2007), parti fikriyatının konuşulduğu vesilelerde, AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan, klasik anlamda bir “merkez partisi” olmaktan
ziyade, AK Parti’nin “toplumun merkezini” oluşturan bir parti olduğunu ifade
ediyordu. Merkez fikriyatını paylaşan insanların reylerini yoğunlaştırdıkları
bir parti anlayışı… Yani, seçmenler yeni AK Partiden merkez parti oluşturmasını
bekliyorlardı.
Merkez parti denilince siz neyi anlıyorsunuz?
“Merkez parti”, fikriyatında, kişinin ne inancı veya inançsızlığı, ne mezhebi, ne etnik aidiyeti ile ilgilenilir. Merkez Parti, kimlik konusunda, kişinin hiçbir özelliğine karışmaz, o özelliği yönlendirmeye kalkışmaz. Aksine, o özelliklerdeki çeşitliliği ülkenin önemli bir zenginliği olarak görür. Merkez Parti, toplumun genel isteği olan hürriyetler, üretme, istihdam, ihracat, kalkınma, herkese demokrasi, refah artışı, refahtan herkesin pay alması, yaygın ortak kültürün korunması ve yaşanmasını hedef alır. Kişilerin, hayatlarını bu özellikleri muhafaza ederek geliştirerek sürdürmelerini ve bu özelliklerin varlığının garanti edilmesini ön plana alır.
“Merkez parti”, fikriyatında, kişinin ne inancı veya inançsızlığı, ne mezhebi, ne etnik aidiyeti ile ilgilenilir. Merkez Parti, kimlik konusunda, kişinin hiçbir özelliğine karışmaz, o özelliği yönlendirmeye kalkışmaz. Aksine, o özelliklerdeki çeşitliliği ülkenin önemli bir zenginliği olarak görür. Merkez Parti, toplumun genel isteği olan hürriyetler, üretme, istihdam, ihracat, kalkınma, herkese demokrasi, refah artışı, refahtan herkesin pay alması, yaygın ortak kültürün korunması ve yaşanmasını hedef alır. Kişilerin, hayatlarını bu özellikleri muhafaza ederek geliştirerek sürdürmelerini ve bu özelliklerin varlığının garanti edilmesini ön plana alır.
AK Parti, bu konuda, hiçbir
zaman, meseleyi ifade ettiğim açıklıkta ortaya koymaya girişmedi. Daha sonra
oluşturulan, pek de ne olduğu anlaşılmayan ve anlatılamayan, siyaset
literatüründe de yer almayan “muhafazakâr demokrasi” fikri dillerde
dolaşmıştır. Bugün, bu konuda kimsenin pek bir şey söylediği yoktur.
“SENİN NAMAZ KILMADIĞIN ANLAŞILIYOR, BAŞKA
KAPIYA!”
AKP bugün nasıl bir partidir?
AK Parti, bünyesi ve gelenekleri itibariyle, bir “merkez partisi” olamaz. Bugünkü manzarası açısından, dini hassasiyet vurgusu ile Milli Selamet / Refah / Fazilet / Saadet Partilerini, ekonomik anlayışı ve uygulamaları ile dışa tavizkâr Anavatan Partisi’ni hatırlatan, inşaatçılık ve belediyecilikle rant arayan, üretim-istihdam yerine fakir seçmene iane dağıtan, kendine has bir karışım manzarası arz ediyor. Bu karışımın bir “merkez parti kimliği” ile ilgisi yoktur. İş talebinde bulunan bir vatandaşın ütülü pantolonuna bakıp “Senin namaz kılmadığın anlaşılıyor, başka kapıya!” diye kovalayan muamelenin, bir merkez partisinde yeri yoktur!
AK Parti, bünyesi ve gelenekleri itibariyle, bir “merkez partisi” olamaz. Bugünkü manzarası açısından, dini hassasiyet vurgusu ile Milli Selamet / Refah / Fazilet / Saadet Partilerini, ekonomik anlayışı ve uygulamaları ile dışa tavizkâr Anavatan Partisi’ni hatırlatan, inşaatçılık ve belediyecilikle rant arayan, üretim-istihdam yerine fakir seçmene iane dağıtan, kendine has bir karışım manzarası arz ediyor. Bu karışımın bir “merkez parti kimliği” ile ilgisi yoktur. İş talebinde bulunan bir vatandaşın ütülü pantolonuna bakıp “Senin namaz kılmadığın anlaşılıyor, başka kapıya!” diye kovalayan muamelenin, bir merkez partisinde yeri yoktur!
Zaten, siyasi hayatımızda bugün
yaşanan güçlüklerin kaynağında, partiler yelpazesinde, bence, gerçek
anlamı ile - Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi gibi - bir
merkez partisinin anlayışının ve kadrolarının bulunmaması yatıyor. Aslında,
gerçek ve sağlam bir siyasi ideoloji olan “muhafazakârlık”, AK Parti’nin
fikriyatında, sadece, ileri bir dinî hassasiyet olarak yer almakta idi.
Simgeler üzerinden siyaset yaparken gerçek dinî hassasiyetin kaybedildiğini
düşünüyorum.
Bunun ötesini ele aldığınızda,
yaşanan siyasî ortamdan, daha ziyade; din kültürü zayıf, kapalı köy ve kasaba
çevresi anlayışını aşamayan, ibadete ağırlık verip, dinin ahlâk anlayışını
sessiz geçen, bu bağlamda, geldikleri İmam-Hatip geleneğine bile saygı
göstermeyen.; Bazı tarikat ve cemaatlerin çerçevelediği bir dinî anlayış, şahıs
kültü, mutlak itaat davranışı olarak özetleyebileceğim bir ortam anlaşılmalıdır…
Bu çerçevenin, fikir ve ifade
özgürlüğünü, tartışma geleneğini, medeni cesareti, toplum içinde organize olma,
örgütlenme, hak arama, kitle haberleşme ve iletişim araçlarını serbestçe
kullanma, toplumun demokratikleşme eğilimini siyasete taşıma gayreti düşük
olmuştur. Ne milletvekili, ne parti gurubu, ne de genel olarak Meclis,
konuşmak, tartışmak babında büyük kısıtlamalarla karşı karşıya olup, sabahın
ilk ışıklarına kadar süren müzakerelerde, sadece, torbalara tıkılmış
maddelerin hızla geçirilmesi hedef alınmaktadır.
Dış dayatma ile Oslo-MİT-Öcalan
hattında yürütülen gizli bürokratik “açılım süreci”, TBMM’ye getirilmemiştir
bile. Bugünün cari anlayışının, özgürlüklerin bütününe sahip olma gibi bir
idraki, müsamaha, anlayış, farklılıklarına eşit saygı gibi bir çerçeve içinde
yaşamayı hedef alan demokrasi ile sıkı bağlarının olduğunu iddia etmek,
herhalde fantezi bir düşünce olacaktır.
İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ SIKINTILARIN ESAS KAYNAĞI SEÇİM SONRASI GÜVENOYUNA
HENÜZ GİTMEMİŞ BİR GEÇİCİ HÜKÜMETİN DEVAM EDİYOR OLMASIDIR.
7 Haziran seçimlerinden sonra
çoğunluğu kaybetmiş bir iktidarın eski iktidarın devamı gibi hareket etmesini
siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçim sonuçları ile milletimizin
ifade etmek istediği tabloyu isabetle ve samimiyetle değerlendirerek okumak,
gerçekten, birikimli siyasetçilerin işidir. Seçim ertesinde, bu tablonun iyi
okunduğu kanaatinde değilim. İktidar da, muhalefet de, milletimizin ne demek
istediğini kavrayamadıkları için, iktidar, eski iktidar gibi devam etmek
istemekte, muhalefet ise, amacını belirleyememiş bir halde, günlük ilhamlarla,
çelişkilere düşmekten endişe etmeden, gün doldurmaktadır. Dikkat edilmesi
gereken bir nokta da, çok partili hayata girdiğimizden bu yana, seçim
sonuçlarının ilanından itibaren, hükümet kurma eyleminin, bu kadar uzun zaman
aldığı ilk dönemi idrak etmekte olmamızdır.
Bünyesinde, artık milletvekili
sıfatı taşımayan kişilerin Bakan olmaya devam ettikleri, güvenoyunun söz konusu
edilmediği, yenisi oluşturulana kadar cari işleri yürütmekle görevli ve şimdiki
manzarası ile, uzatmalı bir hükümet, ülkenin karşı karşıya bulunduğu hayatî
konuları, milletin iradesine uygun olarak çözebilme gücünden, siyaseten ve
hukuken mahrum gözükmektedir. Buna rağmen, ciddî icraat yaptıkları
görülüyor. Bugünkü hükümet, dışardan Milli Savunma Bakanı atamış, Meclis’in
tatilde olduğu bir dönemde, Askerî Şûra’yı beklemeden, ATO ile istişare edip, sorumluluğa
NATO’yu dâhil etmeden, İncirlik Üssü’nü ABD’nin kullanımına açmıştır. ABD,
PKK’nın Suriye uzantısı PYD’yi desteklediğini açıklamış, PKK terörü bu ara
dönemde tekrar azmıştır.
İçinde yaşadığımız günlerin
sıkıntısının esas kaynağı, seçim sonrası, güvenoyuna henüz gitmemiş bir geçici
hükümetin devam ediyor olmasıdır.
SEÇMEN İRADESİ SADECE YÜZDE 41’LİK AK PARTİYE TEVCİH EDİLMİŞ BİR
TERCİHTEN İBARET DEĞİL
Bu noktada AKP’nin son
söylemleriyle ve kararlarıyla önem verdiklerini iddia ettikleri “millet iradesi”
veya “sandık iradesine” saygı duyduklarına nasıl inanacağız?
İzin verirseniz, önce “sandık
iradesi” veya “millet iradesi” adı verilen kavrama bir açıklık getirelim.
Belirli bir seçim sonucunda ortaya çıkan “irade”, sadece iktidarın değil,
muhalefetin de siyasi gücünü tayin eder. 7 Haziran seçimi sonucunda, seçmen, AK
Parti’ye yüzde 41 oy vermişse, diğer partilere de toplam yüzde 59, her bir
partiye de ayrı ayrı, aldıkları oranda oy vermiştir. “İrade” söz konusu seçime
mahsustur ve bu oranların tümünün ortaya koyduğu resimdir. O resimde, seçime
katılıp TBMM’ye girmiş her partinin rengi ve hakkı yer alır. Başka bir
seçimde,oy oranları, başka bir irade tablosu çizecektir. Diğer bir deyişle,
seçmen iradesi, sadece yüzde 41’lik AK Parti’ye tevcih edilmiş bir tercihten
ibaret değil, aynı zamanda, toplam yüzde 59 olarak TBMM’ye giren diğer
partiler için de ifade edilen bir tercihtir.
“İrade”, siyasi
mahiyettedir. Siyaseten eylem yapma meşruiyetini ortaya koyar. Seçim sonrası bu
irade Meclis’te şekil alır, güvenoyu ile yönlendirilir. “Hukukî meşruiyet” ise
ayrı bir konudur. Siyaseten eylem yapmasına meşru olarak Meclis’in rıza
gösterdiği iktidar, hukuki meşruiyetini oy oranından değil, yargının objektif
olarak uyguladığı hukuk kurallarından alır. Bunun için, devlet nizamını bozacak
kanunlar çıkarılmaması, Hükümet Programının örtülü gündeminin bulunmaması,
mevcut kanunların ruhuna aykırı yorumlar yapılmaması, hukuk dışı icraata
tevessül edilmemesi lazım. Olursa Anayasa Mahkemesi iptal ediyor, ama bu süreç
zaman alıyor. Bozuk uygulamaların bir kısmının düzeltilmesi ise beklemede
kalıyor. Yozlaşmaya yol açılıyor. Bozulan düzen, bundan güç kazananlarda
iktidardan uzaklaşma korkusu ve isteksizliği doğurur.
Sandık sonuçlarını beğenmeyip,
arzu edilen farklı bir sonucu elde etme hedefini güden fikir ve faaliyetlerin,
demokratik geleneklerde yeri olmadığını düşünüyorum.
TERÖR ORTAMI İKTİDAR OYLARINI OLUMSUZ ETKİLER
Talep edilen erken seçim; terör
nedeniyle seçim güvenliği riski, seçim maliyetinin halka getireceği yük yanında,
dile getirdiğiniz gibi halkın iradesini kabul etmemek anlamını taşıyor.
Böylesine bir erken seçimde sonuçlar değişir mi? Sizin düşünceniz nedir?
Ben burada, “erken seçim” deyimi yerine, “tekrar seçim”
tabirini tercih ediyorum. Zira, erken seçim, şimdiki 4 yıllık seçim dönemi
içinde, dönem bitmeden önce yapılan seçimdir. Dönem başlangıcından, mesela 3
yıl sonra, 3,5 yıl sonra gibi… Hâlbuki bugünkü duruma, daha ilk hükümet bile
kurulmadan yeni seçim istemeye, “seçim tekrarı” demek gerekir.
4 yıllık yeni dönemin
başlamasından bu yana henüz 2 ay geçmiştir. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde,
millet iradesinin istikametini gösteren tabloda, temel bir değişiklik olmasını
gerektirecek herhangi bir karine yoktur. Ortada, daha önce iddia edilen “sandık
sonuçlarının kayıtsız şartsız kabulü” beyanlarının aksine, şimdi 7 Haziran
sonuçlarının kabul edilmemesi durumu vardır. İstenen tablo elde edilinceye
kadar, seçimler tekrar tekrar yapılacak mıdır? Gerçek şu ki, yenilen pehlivan
güreşe doymuyor. Bir seçim tekrarı, sonuçları fazla değiştirmez. Hatta böyle
bir manevra halkta tepki doğurup ters de tepebilir. Üstelik terör ortamı
iktidar oylarını olumsuz etkiler.
Güvenlik ve maliyet konularında
ifade ettiğiniz ciddi engellerin yanında, ülkenin güven oyu almış bir hükümete
ve dolayısıyla, istikrara kavuşması sürecini gereksiz bir biçimde uzatan
bugünkü tavır, demokratik olmayan bir saygısızlık sergilemesi yanında, arka
planında yer alan sevimsiz hesaplar ile büyük bir risk almayı da içermektedir.
Arzulanan sonuç bu seçimde de alınmazsa ne olacaktır? Millet hayatında kumar
oynamayı tasvip etmek söz konusu olamaz! Üstelik biz burada seçim tekrarı için
vakit kaybederken, dışarda aleyhimize gelişen durumlar da yeni harcamalar
demektir.
SİYASETTE PARA KONUSU SESSİZ GEÇİLİR.
KİMSE KONUŞMAZ
KİMSE KONUŞMAZ
Halka yüklenecek mali külfetten
sözedilince aklıma geldi. Sayın Tayyip Erdoğan’ı Adnan Menderes’e benzettikleri
anda ”Ne alakası var?” demiştiniz ve bir anekdot paylaşmıştınız: Aydın
Menderes’e, “Senin babanın Demokrat Parti başına geçmeden önce ne kadar toprağı
vardı?” denildiğinde, “40 bin dönüm” diyor. “Peki, Yassıada’ya gittiğinde ne
kadardı?” diye sorulduğunda ise “3 bin dönüm” cevabını veriyor. Yani Adnan Bey,
kendi malını satmış ve siyasetin gerektirdiği harcamalarda kullanmış. Anlattığınız
bu anekdottan sonra, şu soru geldi aklıma: Seçimlerde hesap verebilir yönetim
anlayışı neden devre dışı kaldı? AKP,
“yönetimde şeffaflığı” istemiyor değil mi?
Fransızların “siyasetin sinir
ucu” olarak nitelendirdikleri “para-siyaset ilişkileri” konusunun incelenmesine
ve teklifler getirilmesine, siyasi hayatımın yaklaşık 10 yılını verdim.
Siyasette para konusu sessiz geçilir. Kimse konuşmaz. Siyasi faaliyet ise, pek
çok yönü ile,bazen külliyetli miktarda para gerektirir.
İleri demokrasi kurallarını benimsemiş
ülkeler, bu nazik konuya da ciddi kurallar getirmişlerdir. Mesela, bir ABD
Temsilciler Meclisi üyesi, her yılın Mayıs ayının başında, muhtevası
internetten bütün Amerikan vatandaşlarının incelemesine sunulan bir “servet
beyannamesini” vermek zorundadır. Yıllar itibariyle gelişmeler gözlenerek, o
üyenin para durumu izlenir. Milletvekilliğim sırasında, ben de her yıl,
harcımı, borcumu, varlığımı içeren bir beyanname vermeye devam ettim. TBMM
Genel Sekreterliği buna çok şaşardı. Ben vermeye devam ettim. Ak Parti Meclis
Gurubuna benzer bir teklif sunduğumda, kabul görmedi.
Benzer biçimde, gerçek
demokrasiyi benimsemiş bütün ülkelerde, seçim masrafları, parti giderleri,
milletvekillerinin harcamaları vs. gibi nazik konular, ciddi kurallara uygun
olarak takip edilmekte ve vatandaş nezdinde siyasetin itibar kaybetmemesine
çalışılmaktadır. İtiraf edeyim ki, bizim “ileri demokrasimiz”, bu çeşit
mülahazattan mahrumdur ve bu kuralları ne zaman gözeteceği meçhuldür. Şüphesiz,
“hesap verebilir” iktidar için, “hesap sorabilir” kurumlara ihtiyaç vardır. Bu
konunun henüz kimseyi ilgilendirmediğini sanıyorum. Denetim mekanizmaları
kaldırılır, zayıflatılır; olanlar da, başta Meclis, çalıştırılmaz.
PKK terörü giderek tırmanıyor.
PKK bazı eylemlerini üstleniyor, bazıları için de, duyulan infial
nedeniyle “Bizim böyle bir eylemimiz yok, bizim adımıza verilmiş bir talimat
yok, yereldeki inisiyatif ile ortaya çıkmıştır” diyerek sorumluluktan kaçıyor,
birkaç oluşum mu var içinde, karar verici otoriteleri birden mi fazla?
Bir eski Bakanımızın internette
yayınladığı makalelerde isimlendirdiği üzere, “narko-terorist” bir örgüt olan
PKK, esas itibariyle, alanda iktisap ettiği ustalıkla bir “taşeron” örgüttür.
Başka bir deyişle, belirli bir bölgede, bazı güçlerin, belirli bir plan muvacehesinde
yaratmak istedikleri kaotik durumun gerektirdiği tahribatı, ücreti
karşılığı icra eden bir grup haline gelmişlerdir. PKK’da merkezi otoritenin
zayıflaması, Oslo-MİT-Öcalan görüşmelerinden beri ortaya döküldü. Kandil
dışardan tutum bildiriyor, verilen bazı kararları uygulamıyor, verilen bazı
talimatları duyurmuyor. Muhtemelen kendi içinden dolayı duyuramıyor. Mesela,
Dolmabahçe kararlarından sonra Öcalan ile Kandil’in tavırları farklıydı. Bu da
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elini rahatlattı. Şimdi de, HDP başka PKK başka
beyanlarda bulunuyorlar. Hatta “düz ovada siyaset” diye ortaya çıkan
HDP’nin eş-başkanları bile ayrı ayrı yerlerin mesajlarını veriyorlar.
PKK’dan bir çevre olarak bahsetmek
daha uygun. Fikriyatlarından ziyade, onlar için, hizmetinde bulundukları
güçlerin emelleri önemlidir. Üstlendikleri işlerin güçlüğü nispetinde karşılık
almaktadırlar. Şu anda PYD’yi güçlendirmek ve Peşmerge’yi desteklemek, Peşmerge
ile beraber, Almanlardan eğitim ve silâh almak, yeni açılacak İran ticaretinden
Türk TIR’larının ve şirketlerinin dışlanmasını sağlamak, Ermeni sınırının
açılması için Ermenistan’a sınır illerden mesaj vermek, içerde terör ile güveni
sarsarak Türk ordusunu Suriye’ye mecbur bırakmak gibi işlerle meşgul oluyorlar.
DIŞ İLİŞKİLERİ VE ÖNLERİNE KONAN İCRA EDECEKLERİ PROJELERİN VARLIĞI
PKK’NIN MEVCUDİYETİNİN TEMELİDİR
PKK ile IŞİD arasındaki
ilişkileri ve ABD’nin bölgedeki duruşunu nasıl yorumluyorsunuz?
PKK Suriye’de PYD bölgesi hariç,
IŞİD’le sorunlu görünmüyorlar. IŞİD Musul’a saldırdı, ABD’nin sesi çıkmadı.
Erbil’e saldırdı, havadan gelip Peşmerge ile PKK’yı destekledi. Erbil’i
kurtardılar. Barzani’ye özerklik havası veriyorlar, ama manda muamelesi
yapıyorlar. Mesela, Barzani Türkiye üzerinden dışarıya petrol satacak oldu,
gidip okyanustaki tankerlerini çevirdiler; Türkiye’de biriken satış paralarını
talep ettiler. Musul ise IŞİD’in finansman kaynaklarından biri oldu. IŞİD orada
oturuyor; petrolden hisse alıyor; onunla Amerikan ve Alman silâhlarını satın
alıyorlar. Ele geçen silâhlardan bunu biliyoruz. IŞİD Musul’daki Türk
Konsolosluğunu 11 Haziran 2014’te bastı, Konsolosluk kapandı. ABD ve Avrupa
sustular; Bölgedeki danışıklı dövüş gözden kaçmamalı.
Bu açıdan, PKK’nın hiçbir
beyanatının önemi yoktur, doğruluğu yanlışlığı tartışılmaya değmez, hiçbir
beyanlarında doğruluğun aranması söz konusu olmamalıdır. İşlerine geldiği üzere
tavır alırlar. Kesinlikle itimada şayan değillerdir. Etraflarına ördükleri
meçhulat ve korku halesi, onları, olduklarından önemli ve kudretli
gösterebilir. Haklarında bilgimiz sınırlı ve yetersiz… Dış ilişkileri ve
önlerine konan icra edecekleri projelerin varlığı, PKK’nın mevcudiyetinin
de temelidir. BOP Projesinin parçasıdırlar. Bu yüzden, altedilmesi zaman
alacak bir örgüt olduklarını düşünüyorum.
ABD, Ortadoğu’da, rahmetli Turan
Yavuz’un deyişiyle “Kürt kartını” elden bırakmıyor. Ancak, PKK’nın uzantısı
olan PYD’yi mi, yoksa Barzani’yi mi asıl sorumlu hale getirecek net değil. Size
göre ABD bölge için hangi grubu daha güvenilir buluyor, hangisi kullanılıyor?
Ta 1860’lardan bu yana, Orta
Doğu’nun tabiî zenginliklerine gözlerini dikmiş bulunan büyük güçlerin temel
amaçları, bu zenginliklere devamlı ve düşük maliyetli olarak sahip olmak,
zengin topraklar üzerinde yaşayanları, birbirleri ile tükenmek bilmeyen
ihtilaflarla perişan etmek, yandaş idareler ya da hükümetler getirmeye
çalışmak, fukaralık, cahillik ve çaresizlik pençesinde helâk olmalarını büyük
bir kayıtsızlıkla gözlemektir. Çeşitli vesileler ve anlaşmalarla (!)kurdurulan
kukla devletlerin marifeti ile bu zenginlikleri kendi topraklarına ve kendi
halklarına transfer etmek, ölçüsüz kazançlar realize etmektir. Bu amaçla,
gözlerini binlerce mil uzaktaki efendilerinden ayırmayan, itaatkâr “manda
devletler”in oluşturulması, ideal bir çözüm olarak görülmektedir. Büyük Orta
Doğu Projesi (BOP) budur.
“PARALEL SAHNESİ” KURULARAK
POLİSTEŞKİLÂTI’NIN KOMUTA KADEMESİ TASFİYEYE UĞRADI. DEVLETİN GÖREVİ KURUMLARI
TASFİYE ETMEK DEĞİLDİR
TBMM’de 1 Mart 2003 tezkeresinin
reddi neleri değiştirdi neleri engelledi?
1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’den
geçmemesi, Kerkük-Musul-İskenderun hattına, Türkiye sınırları içinde bir
koridor oturtmanın önünü kesmiş oldu. Yani, bizim 1975’te açtığımız
Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı varken tekrar gelip üzerine oturuyorlar.
Hatırlarsanız, daha tezkere gelmeden İskenderun’dan Mardin’e kadar olan
bölgede, sınırdan 100 km içeri kadar yerlerde yabancı birliklerin kira
sözleşmeleri bile yapılıyordu. Amerikan uçak gemileri İskenderun Limanı
açıklarında demirliydiler.
Yine hatırlarsınız, o dönemde de
Genel Seçimler yeni olmuş ve Meclis, AKP ve Hükümet henüz oturmamıştı. Abdullah
Gül bir hükümet kurmuş, seçimlere sokulmayan AKP başkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın Meclis’e girebilmesi için ara seçim yapılıyordu. Demek ki,
belirsizliğin bulunduğu dönemlerde, “müttefiklerimizin”, yangından mal kaçırma
esasına göre işleyen, asil olmayan bir politikaları var. Eğer bunda ortak
menfaatimiz olsa böyle yapmazlardı. Demek ki, Türkiye’nin aleyhine olacak bir
durum söz konusu idi.
Tezkere çıkmayınca, Türkiye,
toprak bütünlüğünü korudu, ama büyük bedel ödedi. TSK üst kademesini tasfiye
eden Ergenekon, Balyoz vb. davaların, darbe tevatürleri ile değil, bu duruşumuz
ile ilgili olduğu değerlendirilebilir. İş bitince “paralel
tartışması” başladı. TSK operasyonunun uzantısı, tam 7 Haziran 2015 Genel
Seçimleri sırasında, Seçim Kanunu gereği, İçişleri Bakanı’nın görevi bıraktığı,
yerine vekâleten bir atama yapıldığı sıraya rastladı! Jandarmanın
devletteki yerinin belirsizleştirilmesi, Polis Kolejlerinin kapatılması,
öğrencilerin eşyalarıyla birlikte kapı önüne konması ve üst kademe Milli
Emniyet Teşkilatı kadrosunun emekliye sevk edilmesidir. Böylece “paralel
sahnesi”kurularak PolisTeşkilâtı’nın komuta kademesi tasfiyeye uğradı. Bütün
bunlar, Türkiye Genel Seçim tartışmaları içinde iken olup bitti. Olanları
denetleyecek, Anayasa Mahkemesine götürecek Meclis, seçimler amacıyla dağılmışken…
Yapılan işin vahametini kavrayabiliyor muyuz? Devletin görevi, suçlu olan varsa
bunları bulup mahkemeye sevk etmektir, kurumları tasfiye etmek değildir.
Stratejik düşünceyle, TSK ve Polis Teşkilâtı’nın üst kademelerinin tasfiyesinin
kimin işine yarayacağını çözerek, faillerini bulabiliriz. Yine geliyoruz,
“ehliyet” yerine “sadakat” tayinlerine. Kime sadakat?
Türkiye ile beraber petrol
taşımak varken, neden bu kadar dolambaçlı yollara sapıldı? Kerkük-Musul-İsrail
hattı için, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’den bir koridor açılmaya çalışılıyor.
Yani 2003 koridor projesi 100 km güneye kaydırıldı. Bölünmüş bir Irak ve Suriye
ile bölgeye daha kolay hâkim olunabileceği söylenmekte... Onun için PKK,
Peşmerge, Barzani, PYD, hatta IŞİD hiç fark etmez! Hepsi bu oyunda kullanılacak
araçlardır.
PKK SÖYLEMLERİ ÜZERİNE AVRUPA BİRLİĞİ KÜLTÜR FARKLARI ARAŞTIRMASI
YAPTIRDI, KÜLTÜR FARKI BULAMADILAR.
Burada önemli olan bizim Kürt
kökenli yurttaşlarımızın da güvenliği,değil mi?
Elbette.. Kürt kökenli
vatandaşlarımız, ne Öcalan’ın, ne de PKK’nın temsil ettiği gibi bir düşünceyi
benimsemiyor. Burada hataya düşülmemelidir. Eylemci grupların medyada yaptığı
şamata halkı yansıtmıyor. Hayatını yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımız
yanında, Türk-Kürt karma evliliklerle oluşmuş büyük bir kitle var. Kürtçülük
bir ayrı siyaset… Ne dediklerini henüz açık bir şekilde söyleyebilmiş
değiller. Yabancı enstitülerin yazıp verdiklerini buraya aktarmaya
çalışıyorlar..
Bir kısmı ayrılıkçı, bir kısmı
değil… Bir kısmı İslâm şuurunda, bir kısmı Marksist... Kürt terörü ayrı bir
kanat. İçlerinde bölünmüş olmaları yanında, liderler de birbirine ters düşüyor.
Dışardan besleniyorlar. Kürt halkının zenginiyle, fakiriyle, onlara pahalı
silahlar alıp vermeye niyeti yok. Ama PKK baskısı altında, sandığa dahi
gitmeden oy yollayan yerleşimler var. Öte yandan, bugün artık okumuş, meslek
sahibi – iş sahibi olmuş Kürt kökenli kitle artmıştır. Eşit vatandaşlık
şartlarını kullanıp istedikleri yerde iş yapıyorlar. Kandırılmaları artık daha
zordur. Bu kimselerin kalkıp da “özerk bölge olmuş, yakında bağımsızlık
verilecekmiş” diye Kuzey Irak’a göç ettiklerini görmüyoruz.
Türkiye’deki herkes gibi ülkenin
normal hayatına katılarak, paylaşarak yaşamak istiyorlar. Bu herkes gibi
haklarıdır. Neden kullanmasınlar? Bu kesim haraç da vermek istemiyor, düzen
kurulmasını istiyor. Kürt kesimin liderliğine soyunanların da bu durumun
farkında olduğunu düşünüyorum. Yabancıların işine gelmese bile, politikalarını
gözden geçirmeleri gerekecek. Ermeniler yabancılar için savaşıp hayatlarını
kaybederek kendilerine yazık etmediler mi? Şimdi neden Kürtler kullanılsın?
Biraz akıllı olalım.
Bizim bin yıllık kardeşlerimiz.
Etle tırnak gibiyiz; tahinle pekmez gibi karışmışız. Neresinde tutup da
ayrıştıracaklar? PKK söylemleri üzerine, Avrupa Birliği kültür farkları
araştırması yaptırdı. Kültür farkı bulamadılar; dil üzerinde oynuyorlar. Ama
Kuzey-Güney dil farkını çözemedikleri için Sudan Modeli önerisi gelebilir.
Hükümetin açılım sürecindeki
duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet, açılım sürecinde bazı
tavizler vermiştir. Sonuçlarını hep beraber gördük. Sürece katkı olarak PKK
silâh teslim edip sınır dışına çıkacaktı. Nerede? Doğu Bölgesi için çıkarılan
hâkimiyet söylentilerinin propaganda amaçlı olduğunu bölgeyi tanıyan herkes
biliyor. Türkiye’de merkezî otoritenin zayıflayacağını düşünmüyorum. Türkiye
devlettir. Geleneği olan bir devlettir. PKK eşkıya gruplarından oluşmuş iken,
bir devlet olabilir mi? Yaptıkları halkı sindirmek için şiddet ve haraç
toplamak… Ayrıca, aşiretçilikten çıkmak o kadar çabuk dönüşebilen bir yapı
değildir.
DEMİRTAŞ YUMUŞAK ÜSLUPLU ESPRİLİ SEVİMLİ BİRİ AMA “SAVAŞ VE BARIŞ” DİYE
İKİ KAVRAMLA KONUŞUYOR
HDP bu süreçte neyi kanıtlamaya
çalışıyorHDP’nin portresini çizer misiniz?
HDP’nin durumuna gelince, eğer
yüzde 13 oy alıp Türkiye Partisi haline geldilerse demokrasi dilini kullanmak
zorundadırlar. Halen ayrılıkçı PKK dilini kullanıyorlar. Demirtaş, yumuşak
üsluplu, esprili, sevimli biri ama “savaş ve barış” diye iki kavramla
konuşuyor.
Türkiye’de Türklerle Kürtler savaş
yapmadılar. Bir iç savaş olmadı. Varmış gibi davranmamak gerekir. Türk emniyet
güçleri terörist saldırıları bastırmakla görevlendirildi, o kadar.. Türkiye’de
iç savaş, 1900’lerin başında, dışardan destek ve vaat alan Ermenilerle
olmuştur; Ermeniler yenilmiştir. Barış diye bir talep ortaya atıp da, yeni
kurgular için kavram kargaşası ile zemin aranmamalıdır. Yani, yüzde 13’ük
seçmen Türkiye ile savaşta mıydı? Üstelik, bu kavram açılım sürecinde
tartışıldı. “Savaş/ barış" söz konusu olmadığına göre, demokratikleşme
programıdır, onun için “açılım densin” dendi. Türkiye de bunu benimsedi.
Türkiye’de herkesin demokratikleşme ve açılım ihtiyacı var. Bu kavram onun
için tuttu. Seçmen yüzde 13 oranında oy verirken, “şu açılım sürecini
herkese açıklayın, Meclis’e getirin,” dedi. Bunu doğru okumak gerekir.
BİR YÖNÜYLE DE TERÖR DOĞU VE GÜNEYDOĞU BÖLGELERİMİZDE GERÇEK KALKINMA
HAREKETİNİN SİNSİ BİR DÜŞMANIDIR
Terör devreye sokulduktan sonra,
bölgeye ekonomik planda nasıl zarar verildi okuyuculara yeniden anımsatalım:
Kamu ihalelerini alan
müteahhitler tehdit edildi, araç parkları yakıldı, ihaleler aleyhine davalar
açıldı, boş yere canlara kıyıldı. Başına jandarma dikilerek işlerin bitirildiği
pek çok örnek vardır. Bütün ihalelere aynı anda çıkıldığı halde, bakarsınız
harcanamamış paralar hep Doğu’dan gelirdi. Bunun en büyük delilini GAP Projesi
ve Atatürk Barajı engellemeleriyle gördük. Bir yönü ile de, terör, Doğu ve
Güneydoğu bölgelerimizde, gerçek kalkınma hareketinin sinsi bir düşmanıdır.
Kalkınmamışlığı bahane gösterir. Kalkınma faaliyetlerini engeller.
Bu süreçte görüldü ki, bütün
Türkiye gibi, bölge halkın talebi de kalkınmaktır, sanayileşmektir. Kalkınma
planları Türkiye’ye çok şey kazandırmışlardır. Bu alanda siyasetçiler çok
gayret göstermişlerdir. 1950-1980 döneminde yurt sathını bezeyen büyük eserler
satıla satıla halâ bitirilemedi. IMF ile Dünya Bankası, bu hırsla, DPT’yi
etkisizleştirme mücadelesi verdiler. Bugünkü Hükümet bunların iddialarına
kanıyor, inanıyor. Sonuçta, kalkınma gayreti göstermekte gerilerde kalmış,
ekonomik işlevi ise inşaat yapmaktan ibaret kalmış duruma düşüyor.
TERÖRLE MÜCADELE HARCAMALARI İSTİHDAM YARATICI ÜRETİM YATIRIMLARINI
KISITLIYOR
O dönemlerde güneydoğudaki kırsal
kesimi biraz daha analiz eder misiniz?
DPT’de çalıştığım yıllarda
Köylere gittiğimizde, en çok talep edilen şey, okul ve tohum olurdu. 1980’den
sonra köyler jandarma talep ediyorlardı. Kendilerini teröristlerden
koruyamıyorlardı. Küçük terörist grupları, köyün malına, ürününe ortak oldular.
Köylüler bu yüzden göç etmeye başladılar.. Koruculuk onun için getirildi. Bu
olumsuz ortamda bile, halk, refah artışından pay alabilmiş, okumaya, kendini
ilerletmeye çalışmıştır. Gidin, İç Ege’nin yolları, köyleri ve dağlarına
bakıldığında, Doğu’nun yolları, köyleri ve dağları daha mamurdur. Refahın
ilk etkisi, bebek ölümlerinin azalması oldu. Nüfus arttı. Çok çocuktan ise,
aile planlaması ile iyi yetiştirebileceği kadar çocuk noktasına iki nesilde
gelindi. Terör sadece çok çocuktan beslenmiyor. İstihdam yaratıcı üretim alanları
açılmamasından dolayı işsiz kalan genç, terörde geçim arayabiliyor. Öyle
aileler gördük ki, bir çocuğu dağda terörist, bir çocuğu köyde korucu, bir
çocuğu jandarma olmuş. Çoğu ailede bu bir ekmek parası meselesidir. Halkın
sıkıntısı öyle medyada aktarılan gibi değil…
Terörle mücadele harcamaları,
istihdam yaratıcı üretim yatırımlarını kısıtlıyor. Türkiye’ye kalkınma planları
ile birlikte terörün musallat edilmesinin sebebi de, kalkınma kaynaklarınızı
boşa harcatmaktır. .
Terör ile meşru siyasetin
arasındaki fark, sadece, iradenin kabul ettirilmesi açısından benimsenen
üslupta yatar. Biri ikna yollarını kullanırken, diğeri korku yaratma ve tehdit
üslubunu benimser. Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu’sunda 1984’ten bu yana devam
eden terör, daha çok, bölge üzerinde yapılan uzun vadeli hesapları örtmeyi
hedef alır.
YARIM YÜZYILDIR HALKIN DEMOKRATİK SAĞDUYUSUNU, SİYASETİ ELDE TUTAN
KADROLARDAN DAHA ÖNDE OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ
Bugün sürekli özgürlüklerden söz
eden demokrasiyi daha da ileriye götürmeyi hedefleyen partilerimiz var. Ama,
siyasete, demokrasiye ne denli hizmet ediyorlar, son seçimde alınan sonuçlar
ortaya çıkardı. Ülkemizde asıl eksik olan, size göre, nedir?
- Demokrasinin kavram, kural ve
kurumları ile tam olarak bilinmesi, şüphesiz bir eğitim ve idrak konusudur. Kaldı
ki, bizim eğitim sistemimizde, “demokrasi” temel bir konu olarak
işlenmemektedir. Rejim üzerine yürütülen tartışmalar, toplumumuzun bu konuda
hangi seviyelere gerilediğini açık olarak ortaya koyuyor.
Partileri demokratik yapıda
olmayan bir ülke demokraside ilerleyemez. Benim AK Parti’nin demokrasiyi
ilerletme programına katkı için oradaki bir dönemlik varlığım, Partiler
Kanunu’nun ve Seçim Kanunu’nun 1980 Anayasası’nın ilgili maddeleriyle beraber
değiştirilmesi ve siyasetin finansmanının şeffaflık ve âdil yarışma ilkeleriyle
düzenlenmesi amacıylaydı. AK Parti’nin ilk seçimde beklemediği kadar oy alması,
Parti içinde yeni bölüşümlere gidilmesini ve bu tür genel demokratikleşme
tasarılarının gündeme gelmesini olumsuz yönde etkiledi.
Hâsılı, demokrasiyi, değil ileri
götürmek, gereğini yapmak endişesi kimsenin derdi olarak gözükmüyor.
Bu açıdan, siyasi partilerimizin demokrasiye hizmet ettiklerini iddia
etmek pek mümkün değildir. Tartışma kültüründen mahrum, farklılığa müsamaha ve
saygı göstermekten aciz, konuları zeminlerinde ele almaktan, diyalog ve
mutabakat aramaktan bihaber siyaset amatörlerinin faaliyetlerinin, ne siyaset,
ne de demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilebilir.
Türkiye’nin siyasi hayatında,
genel siyasi, ekonomik ve sosyal meseleleri, bir kimlik siyaseti gözlüğü ile
ele almaya çalışan ve zaten çetrefil ve tartışmalı olan bu konulara, bir de
kimlik ihtilaflarının barış kabul etmeyen çatışmalarını da ekleyerek, işleri
büsbütün içinden çıkılmaz hale getiren anlayışların tayin edici olmaması
gerekir. Son Genel Seçimlerde, yetersiz de olsa, küçük bir adımın halk
tarafından atıldığı görülmektedir.
Yarım yüzyıldır, halkın
demokratik sağduyusunun, siyaseti elde tutan kadrolardan daha önde olduğunu
görüyoruz. Seçim sonuçlarına bu sağduyu hep yansımıştır. Bunu değerlendirebilen
Meclisler, değerlendiremeyen Meclisler oldu. Siyaset halka tercüman olmak
yerine yandaşlara imkân aktararak yerini yanlış tanımlamaya kalktı. Hâlbuki
siyasetin halka tercüman olmaktan ötede, çağı yorumlayarak toplumu geleceğe
taşımak için büyük atılımları ve gelişmeleri tasarlama ve yönlendirme, öncü
olma görevleri vardır. Asıl olan, şüphesiz, ülke gerçeklerinin ve sorunlarının
ele alınmasında, siyasi partilerin, enerjik, etkili ve yaygın bir rol
oynayarak, süreci ve idraki hızlandırma becerileridir. Birikimli bir
toplumumuz, eğitilmiş kadrolarımız var. Umalım ki, yakın bir gelecekte, böyle
adımlar atılabilsin.
Sizinle asıl mesleğiniz mimarlık
olduğu için konuşmak istediğimiz başka konular da var. Rantiyeciliğin yol
açtığı çarpık kentleşme sözgelimi. Bir başka söyleşide gündeme getirmek üzere
bugünkü sohbet için teşekkürler.
Bu mülakat vesilesi ile
Odatv’nin, şahsıma ve fikirlerime gösterdiği ilgi vesilesiyle ben size
teşekkürlerimi sunuyorum.
Mehmet Dülger _ Nurzen Amuran & Odatv.com - Ağustos/Eylül 2015