8 Ekim 2012 Pazartesi

İYİ KÖTÜ, GÜZEL ÇİRKİN MİLLİYETÇİLİK, İskender ÖKSÜZ


İYİ KÖTÜ, GÜZEL ÇİRKİN
MİLLİYETÇİLİK
İskender ÖKSÜZ
Milliyetçiliğin müspetinden, menfisinden, pozitifinden, negatifinden, ayırıcısından, birleştiricisinden, ulusçusundan, ulusalcısından söz ediliyor. Kötü milliyetçilik bol: Bölge milliyetçiliği, etnik milliyetçilik, ırk milliyetçiliği, mezhep milliyetçiliği. İyi milliyetçilik konusunda pek fikrimiz yok, çünkü kötülerini sayanlar, sıra iyisine gelince ya vakit dolduğu için kürsüden iniyor, yahut sütun dolduğu için bunu ileriki yazılara bırakıyorlar. Akla, malûm Bektaşi fıkrası geliyor. Sofu hocaya bir çocuk Allah nerdedir diye sorunca hoca başlamış... “Yerde değildir, gökte değildir, yukarıda değildir, aşağıda değildir...”. Bektaşi dayanamamış, “hadi hadi” demiş, “yoktur diyeceksin de bir türlü dilin varmıyor”. Birileri bizim milliyetçi olmamızdan hiç mi hiç hoşlanmıyor. Bunu açık açık yazıp çizen, ifade edenler var. Fakat onların seçmeni yok: NED, Açık Toplum Enstitüsü gibi Hükümetçe Organize Edilmiş Hükümet Dışı Kuruluşlar (GONGO’lar) ve onların desteklediği iç örgütler; Türkiye’ye, Türklüğe ve Türk Milliyetçiliği’ne husumetlerini açıkça ifade edenler. Seçmenli siyasilerin şartları farklı. Türkiye’de “milliyetçilik” halkın zihninde son derece olumlu bir konuma sahip. O kadar ki, seçmen siyasileri “ne kadar milliyetçi?” diye değerlendiriyor. Ne kadar milliyetçi ise o kadar iyi diye düşünüyor... Türk seçmeninin büyük çoğunluğu için “milliyetçilik”, dayanışma, birlik ve her şeyden önce “biz” demek. Bizim milliyetçiliğimiz de budur zaten... Aşağı sakal, yukarı bıyık... Hem halkın gözündeki yerinizi korumak hem de GONGO desteğini -aslında GONGO’ların G’lerinin, yani hükümetlerin desteğini- kaybetmemek istiyorsanız sık sık, “menfi milliyetçilik”ten bahsetmek iyi bir strateji. Ve milliyetçilik derken asla milletin ismini telaffuz etmemelisiniz. Böylece daha önce sözünü ettiğim “milletsiz milliyetçilik” veya “Türksüz milliyetçilik”le rahatlarsınız. TESEV’in tavsiyesi de buydu: Eğer Anayasa ve mevzuatın tamamında “Türk” yerine “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” koymak zorsa, “Türk” demeden “milletimiz” ifadesi de kullanılabilir.
Böylece seçmene, ben aslında senin milliyetçiliğine taraftarım; benim sevmediğim milliyetçilik seninki değil mesajını veriyorsunuz; G’lere de “ben aslında milliyetçi falan değilim, benim ‘millet’ dediğim hani sizin şu inşa ettiklerinizdir; yani idarî mekanizmadan ibarettir” diyorsunuz. Herkes rahat ediyor.
İmparatorluk politikası güden millet ve ülkeler milliyetçilikten haz etmez. Bu hep böyleydi.
Nitekim, “Aşağılanma Asrı” veya “Eşitsiz Anlaşmalar”, yani birinci emperyalizm döneminde, o zamanki globalleşmeye direndiği, milliyetçilik ettiği için Çin’e iki defa saldırılmış, ülke teslim alınmış, gümrükleri indirilmiş, afyon ithaline izin vermesi zor kullanılarak sağlanmış ve Hong Kong Çin’den koparılmıştı.
Aynı asırda Mısır’ın ilk İngiliz Genel Valisi Lord Cromer’in görüşlerini Edward Said özetliyor:
“Hükmedenin, tâbi ırktan gelen tekliflere ne ciddiyette önem vereceği Cromer’in Mısır milliyetçiliğine toptan muhalefetinden bellidir. Hür yerli müesseseler, yabancı işgalinin kalkması, kendi kendini yaşatan millî egemenlik gibi normal talepleri sürekli reddeden Cromer şüpheye mahal vermeyecek şekilde şöyle der, ‘Mısır’ın gerçek geleceği... dar milliyetçilik yönünde değil... daha geniş bir kozmopolitanizmdedir.’ Tâbi ırklar kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt etme kabiliyetine sahip değildir.”
Liberal emperyalizm imparatorluğu
Batının birinci emperyalizm dönemi sona ererken yıkılan son milliyetçi yönetimlerden biri de İran’dakidir. Musaddık o tarihlerde İngiltere’nin gözünde gereksiz milliyetçilik yapıyor ve İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin (bugünkü British Petroleum-BP) İran petrolünü sömürmesine direniyordu. İngiltere, “Bu petrolün neye yaradığını bilen de, onu kullanan da, keşfeden de, çıkaran da biziz... İran’ın bu petrolde ne hakkı var ki?” anlayışındaydı. ABD’ye Başbakan Musaddık’ın devrilmesini teklif etti. Başkan Truman bunu emperyalistçe diye reddetti. ABD,  o tarihlerde, kendinin de bir zamanlar emperyalizm mağduru olduğunu unutmamıştı.  İngilizlere, “İran halkının büyük çoğunluğunca demokratik oyla seçilmiş başbakanını deviremeyiz” cevabı verildi. Truman’ın başkanlığı bitip yerine Eisenhover gelince İngilizler teklifi tekrarladı.  Bu sefer gerekçeyi değiştirdiler: “Musaddık komünist sempatizanı olabilir...” Bu, Eisenhover’in hassasiyetleriyle uyuşuyordu. CIA, MI6’nın da desteği ile 1953’te Musaddık’ı devirdi.  Stephen Kinzer bunları Şahın Bütün Adamları kitabında ayrıntısıyla anlatır.
Onlarca örnek verilebilir: İmparatorluklar milliyetçiliği sevmez. İster Avusturya Macaristan veya Osmanlı gibi klasik anlamda imparatorluk olsun, ister İngiliz, Fransız, İtalyan, Hollanda İmparatorlukları gibi birinci emperyalizm döneminin koloni imparatorlukları olsun, ister SSCB gibi ideoloji kılıflı imparatorluk ve ister post modern ikinci liberal emperyalizm imparatorlukları olsun... İmparatorluklarla millî devletler uyuşmaz.
Emperyal güçler karşılarında güçlü millî devletler değil etnik mozaikler görmek isterler: “Dikdörtgen Anadolu etnik mozaiği”. Ben bu ifadeye ilk kez,  TESEV Anayasa Komisyonu Üyesi Ümit Cizre’nin, “Türkiye’nin Kürt Problemi: Sınırlar, Kimlik ve Egemenlik “ makalesinde rastladım.  Makale, 2001 tarihli, birinci editörlüğünü Irak Kürdistan’ı Anayasası’nın mimarlarından Brendan O’Leary’nin üstlendiği “Devleti Doğru Boya Getirme: Sınırları Değiştirmenin Politikası” kitabında yer almaktadır.  Şüphe yok ki, bundan mesela bir asır sonra, ikinci emperyalist dönemin bu “bilimsel” çalışmaları, Genel Vali Cromer’in “Modern Mısır” ciltlerinin yanında yer alacaktır. Tâbileri milliyetçilikten vazgeçirmek için fikir alt yapısı gerekir:  Globalleşen dünyada artık millî devlete yer yoktur. Dünya tek ray üzerinde tek yöne, millî devletleri ve milliyetçiliği yok etmeye gitmektedir. Tıpkı 19. asırdaki kaçınılmaz gidiş gibi...
Uluslararası PEN 2009- 2012 Başkanı John Ralston Saul, globalleşmeyle milliyetçiliğin kaçınılmaz sonunun geldiği iddiasını değerlendirirken “Kaçınılmazlık, çırpınan ideolojilerin geleneksel son savunmasıdır” diyor (Harper’s, Mart 2005). Millet devletinin sönüp gideceği kehanetinin en zayıf tarafı, imparatorluk milletlerinin yaptıkları ile tâbi milletlere tavsiye edilenlerin zıtlığıdır. AB içindeki “hâkim” ülkelerdeki entegrasyon, tarih eğitimi, radyo-televizyon yayınları, dil gibi konulardaki uygulamalar ile bize tavsiye ettikleri arasındaki hâkim-tâbi zıtlığı... Saul’un dediği gibi, günümüzün imparatorluklarının merkezinde de millî ve sonuna kadar “nasyonalist” devletler bulunuyor.  Siyaset Bilimci Mehmet Akif Okur, “hâkim”lere ulus-devlet yerine “millet-imparatorluk” diyor. Ralston Saul, yıllar önce “pozitif milliyetçilik” kavramını -yeniden- telaffuz eden kişiydi. O zamanlar ben ve İbrahim Kiras da bu kavram üzerinde yazmıştık. Dış İşleri Bakanımız Sayın Davudoğlu’nun Hürriyet’te yayınlanan röportajı ile milliyetçiliğin iyisi, kötüsü, pozitif ve negatifi tekrar gündeme geldi.
Önce şu mezhep milliyetçiliği, ırk milliyetçiliği, bölge milliyetçiliği gibi kavram parazitlerinden temizlenmek gerektiğini düşünüyorum. Bir tek milliyetçilik vardır, o da millet milliyetçiliğidir. Bunu yazarken bile kuyruğunu kovalayan kedi misali totolojiye düştüğümü hissediyorum. Bunun dışındaki “milliyetçilik” tamlamaları bazen kasıtlı, bazen masum ifade hatalarıdır.  Az önce saydıklarıma sırasıyla mezhepçilik, ırkçılık, bölgecilik denir... 
Galatasaray dinciliği, Müslüman ırkçılığı ne kadar saçmaysa mezhep milliyetçiliği, bölge milliyetçiliği ifadeleri de o derece saçmadır. Avrupa’nın “nasyonalizm”leri, Sosyal Darvinizm ile ırkçılığa dönüşmüş müdür? Dönüşmüştür. Fakat Türk Milliyetçiliği veya Gökalp’in verdiği adla “Türkçülük” yine onun kelimeleriyle bir “terbiye ve hars [kültür]” meselesidir ve milliyetçiliktir. Başka hiçbir şey değildir.  Irkçılık ile milliyetçilik birbirine yakın değil belki birbirinin hasmı iki kavramdır. Tarihî tecrübemiz, ırkçılığın, milliyetçiliğimizin baş düşmanı olduğunu gösteriyor.  Bu düşmanlık iki türlü tezahür ediyor. Birincisi:  Millet yerine ırkı tuttuklarını sananlar, milleti millet yapan dil, tarih şuuru, kültür mirası, dinî kültür ve inanç gibi değerlere karşı son derece hoyrat, hatta tahripkâr ve “devrimci” davranıyorlar. İkincisi: Siyasî ümmetçilerden batıcı kozmopolitlere ve azınlık ırkçılarına kadar bütün milliyet aleyhtarları, millî devlet aleyhindeki münakaşalarını millî devlet eşittir kavim devleti, ırk devleti anlayışı üzerinden yürütüyorlar. Etnik mozaik saldırısı budur.
Milliyetçiliğin nasyonal olmayanı
Peki, pozitif ve negatif milliyetçilikler?
Milletler ve milliyetçilikler, millet denilen toplum birimlerinin yan yana yaşadıkları bir dünyada teşekkül eder. Bazı milliyetçiliklerde, diğerlerini itme, “biz öteki değiliz, biz ötekinden farklıyız, öteki bizden aşağıdır” hisleri ağır basar. Avrupa’nın nasyonalizmlerinin çoğunda bu özellik görülüyor. Gökalp ve onun Türkçülük anlayışında ise, iç çekim, millet mensuplarının öz değerlerine bağlılığı ve bu bağlılık etrafında teşekkül eden dayanışma, millî değer ve menfaatlerin savunulması hâkimdir. Buna pozitif milliyetçilik diyebiliriz.
Avrupa’nın bugünkü “nasyonalizm”ini Huntington şöyle misallendiriyor: “Bu yeni çağ için acı bir dünya görüşünü Michael Dibdin’in Ölü Göl romanının kahramanı Venedikli nasyonalist demagog çok güzel ifade ediyor: ‘Gerçek düşmanlar olmadan gerçek dostlar olamaz. “Biz olmayan”dan nefret etmezsek, “biz olanı” sevemeyiz. Bir asrı aşan duygusal terennümlerden sonra acıyla tekrar keşfediyoruz bu eski gerçekleri. Bunları inkâr eden, ailesini, mirasını, kültürünü, doğumuyla elde ettiği hakkı, bizatihi kendi benliğini inkâr eder. Böyleleri kolay affedilmeyecektir’” Ve Huntington kendi fikrini ekliyor: “Bu eski gerçeklerdeki gerçeği devlet ve bilim adamları da görmezden gelemez.”
Peki bizde? Biri doğumuzdan diğeri batımızdan iki anekdot: Azadlık meydanındaki karanfiller daha solmamışken Azerbaycanlı bir dostum bana, “Bizim halkın Ruslara bakışı, ‘Rustur, yazıktır’ şeklindedir” demişti. “Yazık”, Azerbaycan Türkçesinde acıma, ifade eden, “zavallı”ya yakın anlamda kullanılıyor. Diğer uçta, Bosna’da kuşatma altındaki bir Türk grubuna yiyecek dağıtan Türk subay, bir kadının diğerlerinin iki katı yiyecek aldığını görür. Kimse bu eşitsizliğe itiraz etmemektedir. Subayımız bunun sebebini soruşturduğunda kadının yiyeceğin yarısını yanına sığınan bir Sırp aileye verdiği anlaşılır. Soru üzerine kadın subaya hitaben, “Aç mı kalsınlar? Sen nasıl Müslümansın?” demiştir... O sıralar Sırp saldırıları devam etmekteydi.
Galiba en iyisi milliyetçiliği nasyonalizm diye tercüme etmemek...
03 Ekim 2012, iskenderoksuz@gmail.com 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder